"Komplo teorisyenleri gibi yaşıyorsun"



Mexico City eşcinsel evliliği kabul eden ilk Latin Amerika kenti oldu... Peki ya Türkiye'deki eşcinseller için hayat nasıl akıyor? Neleri saklıyorlar, ne kadar açılıyorlar? Gey divası olarak lanse edilen şarkıcı Hande Yener'e nasıl bakıyorlar? Ve ilk kez bir eşcinsel annesinden oğluna açık mektup...


İspanyol şair Federico Garcia Lorca idam edildiğinde yıllardan 1936’dıydı. Eşcinsel olup olmadığı konusunda çok büyük tartışmalar olan Lorca öldürülmeden önce idam mangasından birinin “İ.ne olduğu için kıçına iki kurşun sık” dediği iddia edilir. Aradan 73 yıl geçti ama birçok yerde eşcinsel evliliklere izin verilse de eşcinselliğin algılanışı ile ilgili çok fazla şey değişmedi.

B. İstanbul’da yaşıyor. Eşcinsel ve ailesi de eşcinsel olduğunu biliyor. Hatta annesi 2006’da Lambda İstanbul Aile Grubu’nu kuranlardan. Kavramsal sanatçı olarak hayatını idame ettirmeye çalışan B. hayatının bir döneminde Lambda’nın çeşitli medya komisyonlarında çalışmış, eşcinseller, biseksüeller, travestiler ve transeksüellerle ilgili yaşanan olaylarda söz sahibi olan bir kurumun “teyze bilir”i konumundaydı da diyebiliriz. Artık bağımsız, belki dili daha sivri, belki de seçtiği kelimeler üzerinde eşcinsel olmasından kaynaklanan tek bir es’ten daha fazlası durmuyor. Hande Yener’i gey divası olarak görmüyor ve eşcinsellik karşıtı ideolojilerin kökeninde yazılı ve sözlü mirasın yattığına inanıyor.

Eşcinsel olduğunu açıklamadan önce psikolojik destek aldın mı?

B: Hayır almadım.

Nasıl karar verdin?

B: Karar vermek diye bir şey yok zaten. Böyle bir durumda ben sana sorayım, sen heteroseksüel olduğuna nasıl karar verdin?

Ama benim birine söylemem gerekmiyor...

B: Senin gerekmiyor benim gerekmek zorunda bırakıldığım için bir şekilde bir isme ulaşmam ve o isim neticesinde kendime bir yafta yapıştırmam lazım ya hani, ben o süreci bambaşka geçirdim, çoğumuz aslında öyle geçiriyoruz. Cinsel arzumuzun ne olduğunu aşağı yukarı biliyoruz ama sürekli bir inkarla geçiyor. Ben 16 yaşında ilk kez eşcinsel olduğumu itiraf edebildim kendime. İtiraf etme sürecine kadar sürekli inkarla geçti çok uzun bir süre. Ama kendimi bildim bileli sürekli erkeklerden hoşlanıyordum aslında.

Peki ilk kime söyledin?

B: Çok yakın bir arkadaşım, onun da eşcinsel olduğunu tahmin ettiğim için ona açıldım. O da bana “Aramıza hoş geldin” dedi.

Peki aileden ilk kim öğrendi?

B: Aileden ilk annem öğrendi, asılnda annemle babam aynı anda öğrendi. Ben kendime açıldıktan yaklaşık üç buçuk dört ay sonra annemle konuştuğumuz bir sırada, annemin de benim eşcinsel olduğumdan şüphelendiği sırada, bana sürekli arkadaşlarının kız arkadaşları oluyor, birileriyle öpüşmüşsündür niye bana söylemedin gibi soruları vardı. Bir gece uzun bir konuşma eşcinselliğe gelip orda kapandı. Ertesi gün de bir baktım annem de babam da halihazırda beni bekliyor konuşmak için. Ben böyle bir dört beş saat “Hayır”, “Yok bir şey”, “Önemli değil”, “Gidin başımdan” gibi bir sürü şey söyledikten sonra “Ben geyim” dedim, bir rahatladılar. Onlar daha farklı kötü şeyler bekliyorlarmış kafalarında, başıma bir şey geldi, tecavüze uğradı, bela aldı filan gibi. Benim eşcinsel olduğumu öğrenince bir “Oh” dediler sonra olayın devamında kendi endişeleri şüpheleri ortaya çıkmaya başladı. Ne bu şimdi, değişen bir şey mi, birinden mi etkilendi, biz mi yanlış bir şey yaptık yetiştirirken, tahmin edebileceğin dünyanın her yerindeki anne babanın aklına gelen bütün o sorular takır takır gelmeye başladı. Yardım almamız gerekiyor, biz bu konu üzerine hiçbir şey bilmiyoruz dediler. Bunun üzerine hepimiz bir terapiste taşındık.

Lambda nerde devreye girdi?

B: Lambda çok sonra devreye girdi. Biz kendimiz münferit bir şekilde çıktık bu yolculuğa. Biz psikoloğa gittik. Psikolog benim dışarı çıkmamı istedi. Annemle babama bu olayın değişemeyeceğini, değişme gibi herhangi bir şeyin olmadığını, cinsel yönelim denen şeyin olgunun yani heteroseksüellikle, eşcinselliğin biseksüellikle aynı şey olduğunu, dünyanın herhangi bir yerinde kadınların erkeklerden, erkeklerin kadınlardan, erkeklerin erkeklerden, kadınların kadınlardan neden hoşlandığına dair herhangi bir verinin tıp tarafından bulunamadığını, o yüzden 1973 yılından beri hastalık olmadığını anlattı. Onlar da bu şekilde bütün endişelerini kırdılar orada. Bunun değişmez bir şey olduğunu kabul ettiler. Tabii bir buçuk sene evde o gergin hal kaldı. Zamanla ama, cidden zaman çok onarıcı bir şey, alışkanlıkla da alakalı bir şey, kafasındaki mürüvvet olgusunun kırılışı, evlenecek çocuk yapıcak, erkek çocuktan toplumsal kodlar tarafından beklenti haline sokulmuş anne babaların bekleyeceği her türlü şeyi onlar da bekliyorlardı aşağı yukarı. Modern açık fikirli bir aileydik ama eşcinselliği kabul edecek kadar yüzde 100 modern tutarlı bir aile değildik tabii. Ama onlar da, özellikle annem o arayı sürekli okuyarak kendini geliştirerek kapattı. Annemle aynı dönemde psikoloğa gittik, annem dört ay ben bir yıl kadar gittim. Çünkü çocukluk tramvalarım vardı, eşcinsel olmamdan dolayı yaşadığım abuk subuk olaylar oluşumdan ötürü çevrem dolayısıyla yaşadığım birçok olay peşisıra oluşmuş sıkıntılarım vardı. Onları atlatıp tanımlamak için bir sene kadar terapiste gitmem gerekti.

Lambda ile olan ilişkin ne zaman başladı?

B: Kendime açıldıktan dört sene sonra Lambda’ya gittim. O zamanki erkek arkadaşımla beraber onun ödev konusu için arşiv araştırmasını yapmaya gitmiştik. O dönem ikimiz medyada travestiler ve transeksüeller nasıl yer alıyorla ilgili bir belgesel yapıyorduk. İnternet öncesi gazeteleri taramıştık.



Annen ne zaman dahil oldu?

B: 2006’nın yaz aylarıydı galiba. Radikal’de Şule Büyükçizmeci eşcinsellik ve aşk üzerine (biraz ötekileştire ötekileştire) bir yazı dizisi yapıyordu. O sırada ben Lambda medya komisyonunda görevliydim. Medya komisyonu üzerinden Şule’yle tanıştık. Gayet iyi niyetliydi, elastikiyeti mevcuttu, haber metinlerine biraz burnumuzu sokmamıza izin verdi. Nitekim yine de gazetenin başka kontrolörleri yüzünden geçmeyen kalemlerine takılan ve gerçeklikten sapan birçok veriyi de barındırıyordu. Yedi günlük bir yazı dizisi çıktı eşcinsellik üzerine, yedinci günü de ben Şule’ye teklif etmiştim. Ben annemlere açığım, bir aile üyesinin böyle bir mektubu çok cesaretlendirci olabilir, bunu böyle yayınlayalım dedim ve annem de bir mektup yazdı. O mektup çok yankı uyandırdı, ilk kez bir eşcinselin annesinin yazdığı bir şey pozitif bir pencereden, hem bir örgüt çatısı altından gözükmüyordu. Hem münferit, hem de tam da anlatılmak isteneni veren temiz bir yazıydı. Dayandığı yerler güzeldi, mağduriyet üzerine kurulu bir metin değildi. Bunun neticesinden annem başka bir arkadaşımın annesi ile bir araya gelip Lambda İstanbul Aile Grubu LISTAG'ı kurdu. Sonra bir transeksüel annesi de katıldı onlara, Şu anda 1.5 senedir çok faal bir şekilde çalışıyorlar. Şu an annem aktivizm yapıyor benim yerime yani.

Röportaj verme cesaretini nasıl gösterdin?

B: O delilik bence.

İlk röportajını adınla vermedin?

B: 2007’de ismimle vermeye başladım. 2007’den evvel çok zor oldu benim için, hala da değiştiriyorum ismimi. Eskisi kadar cesaretim de kalmadı. İlk açık röportajımı Sabah gazetesine vermiştim ama o sırada Ahmet Yıldız cinayeti olmuştu. Üskürdar’da çapraz ateş sonucu ailesi tarafından öldürülmüştü. O çocuğun cinayeti basında çok fazla yankı uyandırmıştı. Türkiye’de nefret cinayetleri oluyordu ve o ara ben ilk açık röportajımı verdim. Bayağı da korkmuştum tehdit alacağım diye...

Aldın mı?

B: Hayır almadım, hiç başıma öyle bir şey gelmedi.

Peki röportajından sonra bir şey oldu mu?

B: Oldu tabii, eşcinsellerden oldu daha çok aslında. Benim açık olmamın yarattığı bir taktım sorunlar yaşadım.

Niye bir hoşnutsuzluk var açık olmaya karşı?

B: Genel olarak Türkiye’deki vaziyet pek o kadar iç açıcı değil. Ailesine gizli olup, hatta kendisine bile gizli olanlar var. Kendisine bile eşcinselliğini, biseksüelliğini tam anlamıyla itiraf edememiş bir sürü insan var. Bilhassa biseksüelliğini diyorum çünkü yaygın bir şekilde Türkiye’de kültürel anlamda da bir sürü biseksüellik edimleri başladı halihazırda zaten var. Onun dışında kapalılık hali bir şekilde devlet ve sistem tarafından da organize ediliyor. Söylemler onun üzerine, aile onun üzerine; heteroseksüellik üzerine kurulu, biz buna heteroseksizm diyoruz. Çoğu şey heteroseksizm yüzünden. Zaten birinin işten atılma korkusu, aileden yok sayılma korkusu, çevreden atılma korkusu, sosyal ortamdan yoksun kalma korkusu üzerinden insanlar çok da fazla açılamıyor. Gizli bir şekilde ya kendileri gibi gizli partnerlerle ilişkilerini yaşıyorlar hayatlarını idame ediyor.

Eşcinsellerin çoğunlukta olduğu mekanlar, barlar var...

B: Şöyle çalışıyor Türkiye’de mantık. Gey mekanına giden geydir, hetero mekanına giden heterodur. Halbuki biz daha evvel gey mekanları olmadan da hetero mekanlarına gidiyorduk hatta gey mekanlarına meraklı bir şekilde gelen dünya kadar heterolar da var. Bu biraz ne kadar kendinle ilişkin kuvvetli, kendini ifade etmen ne kadar kuvvetli, sen acaba halihazırda üzerine düşündüğün eşcinsellik hakkında ne kadar tutarlı yanıtlar veriyorsun. Kendine karşı ne kadar ikiyüzlüsün. Çünkü zaten eğitim sistemi, medya eşcinselliğin "tu-kaka" olduğuna dair veri veriyor. Zaten baştan kendin kendi eşcinselliğine homofobik bir şekilde büyümeye başlıyorsun. Kendin bir çatışma içerisindesin. Sürekli bunu reddederek, yok sayarak, görmeyerek yaşıyorsun. Ona yalan söyle, ailene yalan söyle, etrafına yalan söyle. Bayağı hani komplo teorisyenleri gibi yaşamaya başlıyorsun. Diyorsun ki kız arkadaşım var. Biriyle berabersin evden çıkıyorsun, annen nereye gidiyorsun diye soruyor. Kız arkadaşıma diyorsun, bir gün getir tanışalım diyor. Yok şöyle yok böyle derken kuyruklu yalanlar silsilesi. Niçin? Sosyal çevreden dışlanma korkusu. Bunun neticesinde de gece mekanları biraz daha davetkar yerler. Sabahın ışıkları gelene kadar insanların içlerinde gizli bir şekilde yaşayabileceği şekilde birkaç bir yer var İstanbul’da. Aslında 10’un üstünde mekan var, eskiden daha fazlaydı, şimdi azalmaya başladı. Şu an eşcinsellerin çok kullandığı profil sitelerine baksan belli açılardan eşcinselliğini kabul etmiş sayıca bayağı fazla oraya kadar gelebilmiş neredeyse 20 bin insan var. Ama oralarda da “Kimse bilmiyor olsun”, “Belli etmiyor olsun”, “Benim gibi gizli olsun” gibi şeyler yazıyor. Açıkça yaşamayan insanlar birbirlerini sürekli arıyor zaten. Burdaki bu kozmopolit hayatlar ortam, birbiriyle kesişmeyen hayatlar da bunu gizlice yaşamaya biraz izin verebiliyor zaten.

Bir sokak röportajında cüzdanında dört yıldır Sezen Aksu’nun fotoğrafını taşıdığını söylemişsin. Şimdi sevgilinin fotoğrafı cüzdanında olsa, bunu söyler miydin?

B: Söylerim tabii. Çok taşıdığım da oldu. Geri adım atmıyorum bu saatten sonra, bu kadar açıldıktan sonra. Temkinliyim çok, eskisi gibi deli değilim sadece.

Vatikan’ın eski konsey üyelerinden Kardinal Javier Lozano Barragan transeksüel ve homoseksüellerin hiçbir zaman cennetin kapısından içeri giremeyeceğini söyledi...

B: Din mevzusunu hiç konuşmasak daha iyi. Çünkü ne diyebilirsin ki, bir takım doneler var, ben inanmıyorum hiçbirine, o kitapların hiçbirine, inanç sistemlerinin reddettiği bir şey eşcinsellik, miras sebebiyle. İdeoloji, elle tutulamayan mirasla, para gibi elle tutulabilir mirasların hepsi tabii ki de aile gibi bir ortamda yayılabilir ancak. Genel bir önyargı var eşcinseller aile kuramıyor diye. İki erkek birbirine aşık olabilir ama bir kadın da onlara çocuklarını emanet edebilir; bunlara siz bakın ben bakamıyorum diyebilir. Bizim de evlilik, evlat edinme hakkımız olsaydı bizim de ailemiz olacaktı. Ama şimdi en kolayı heteroseksüel bir aile üretmek. İdeolojiyi yaymak için en güzel en basit yöntem bu olduğu için. Dünyadaki bütün dini kurumlar, devletlerin kendi ideolojileri de eşcinselliğe karşı ideoloji üretmek zorunda. Çünkü ancak bu şekilde, bir takım karşıtlıklar oluşturarak kendi ideolojilerine inandırdıklarının da akıllarını çelebilirler. LGBT olmak biraz virus olmak gibi anaakım stratejiler içerisinde. Güya bizler kötüyüz, düşkünüz, hastayız. Bu sayede destekçi kılmak istedikleri de iyi, ahlaklı, olmaları gerektiği gibi hatta cennetlik! Vatikan zaten yüzyıllardır bunun propagandasını yapıyor, bunu da Allah ve din korkusuyla yapıyor. Ama tarih kadar eski bu mevzunun önünü her ne yaparlarsa yapsınlar kapayamıyorlar, ancak tıkayabiliyorlar. Çünkü bizler hep vardık, hala varız ve hep olacağız.

Hande Yener’in Lambda ile olan ilişkisi neden, nasıl oldu?

B: Onur yürüyüşüne ünlü simaları çağırmanın avantajı var medyanın dikkatini çekmek için. Bir takım bağlantılar kuruldu Hande Yener’le. Hande geldiğinde mikrofon uzatıldı ona ve o şöyle dedi: “Biz hepimiz sizi çok seviyoruz.” Şimdi biz kim, hepimiz diye seslendiği grup kim? Ayrımcılığın kaç basamaklı olduğunu bilmiyorlar.

Onlar zannediyorlar ki destekçi gibi gözükmek de yeterli. Ama aslında bir takım önyargılar çalışıyor. Biz sizi çok seviyoruz demek bir erkanı temsilen sanki oraya gelmiş gibi, temsil ettiği erkan da heteroseksüellerden ibaretmiş gibi konuşmak. O erkanın temsilcisi olarak orda biz sizi çok seviyoruz gibi bir şey söyledi. Hande’nin yaptığı bu konuşma üzerine de birçok şey yazıldı basında. Destekçi olmanın homofobik olmamak gibi bir tarafı yok. Aramızda heteroseksüeller de var, mesela travesti ve transseksüel kadınlar veyahut erkekler. Onların da karşı cinslerinden hoşlananları var. Hadi buyurun buradan yakın.

Hatta Hande Yener, Madi Clara’dan kendi blogunda yayınladığı üç yazıyla ilgili tekzip istedi. Onunla ilgili üç tane güya hakaret içerikli yazısını ortadan kaldırması ve düzeltmesi için. Çok küfürlü yazıyor ama celebrity olmuş birinin buna biraz da hoşgörülü kalması gerekirken... Madi Clara, “Hande’nin kaybettiği milyarlarca parayı biz geylar mi ödeyeceğiz geyler olarak Hande’ye destek çıkıp-Hande Yener’in borçlarını biz ödemeyelim – Madonna olma hayali kısa sürdü-” diye bir yazısı var mesela, Hande’nin buna çok canının sıkıldığına eminim. Kadın biz sizi çok seviyoruz gibi bir sürü saçma sapan şey söyledi. Hande’nin o kitleye LGBTTlerin içine bir kraliçe edasıyla gelip, aslında bizleri ticari kaygılar güderek kullandığını anladık. Zaten başından beri çoğumuz bunun farkındayız. Bu ilk değil. O yürüyüşe katılmış olması, peşi sıra Madonna’mız olamadığını itiraf ettiği ve tekrar arabesk-pop yapacağına dair eskiye geri dönüyorum açıklamalarından ötürü Madi Clara’dan savcılık aracılığıyla tekzip olayına girmesi cidden çok komik.

Seneler önce Okan Bayülgen’in programlarından birine katılmıştı. Ona lezbiyenlikle ilgili sorular sorulunca gayet homofobik yanıtlar vermişti. Sonra özür diledi. Heteroseksüel olabilir, belki kendi eşcinselliğini saklıyor olabilir Hande. Hiçbirimiz burasıyla ilgilenmiyoruz ama vakıf olmadığı mevzularla ilgili konuştuğu zaman, bir de müziğini sevdiği için geyler ve çok gey dinleyicisi olduğu için gey divası olmuş değil. Kendi kendini böyle kılma derdine girdi o ayrı. Onu pazarlayan insanlar da böyle bir derde girmiş olabilirler ama özünde bayağı önyargılı, homofobik konuşabilen bir kadın. Bu en aşağı yürüyüşe geldiğinde yaptığı konuşmadan da ortaya çıkıyor, Madi Clara’dan tekzip istemesinden de. Kimse tekzip istemiyor artık, ünlü olmanın koşullarından biri hakkında çıkan kötü haberleri hasıraltı etmek, iyisiyle kötüsüyle kabul etmek hakkında çıkan haberleri.

Onur yürüyüşü sonrası Hande Yener’in eşcinsellerle bir bağlantısı oldu mu?

B: Yok hayır. Gey barda gördüm bir iki kere o kadar. Neden geldi oraya hiçbir fikrim yok. Ama arkadaşları, eşi dostu çoğu gey o yüzden gelmiş olabilir. Gey barlara kimler kimler geliyor. İki gün önce gey bardaydı diye söylesek zaten haber olur. Ünlülerin açılması lazım. İngiltere’de de böyle oldu. 1980’lerin sonunda 1990’ların başında Elton John'lar filan itiraf etti. İtiraf ettikten sonra da atamazsın satamazsın, adama "Sir" unvanını vermişsin. Geçmişten gelen bir oturmuşluk var. Başkalarının haklarına saygılı olma demokrasisi var. O hoşgörüyü kaybetti Türkiye zaten. Çok fazla cumhuriyet ailesi olayına oynamaktan. Zaten akışta giden 400 – 500 yıllık hikayelerin hepsini yok saymaktan ötürü, varolan neşriyatı ortadan kaldırmakla, 80 darbesiyle. Bunlar gibi sebeplerle her şey yurt dışından ithalmiş gibi yaşıyoruz yaşatılıyoruz zaten. Ama şöyle bir 80 yıl öncesine baksan ya da en kötü mahallenin hamamının tarihine baksan. Ya da ne bileyim kütüphaneye gidip minyatür karıştırsan bir sürü şeyler çıkacak oralardan. En kötü TRT’de izlediğin şarkıları anlamıyorsun, Osmanlıca. Artık Osmanlıca diye bir şey kalmadı. TRT bazı şarkıların erkek erkeğe yazılmış olduğunu anlıyor, sözleriyle oynamaya başlıyor. Bizim divan edebiyatımız bile çoğunlukla erkek erkeğe aşkı anlatır. Nitekim Kalkıp da varolanı reddetmek, yok saymak çok kolay tabii.

Bir cemaat haliniz haliniz var. Oturduğunuz mekanlar, gittiğiniz mekanlar, yaptığınız işler, birbirinizi kollamanız. Mesela birçoğunuzun moda dergilerinde editör ya da fotoğrafçı olarak çalışması...

B: Yani her gruplaşmak zorunda bırakılan grup gibi LBGTT camiası da kendi içinde muhakkak böyle bir gruplaşma haline gidiyor. Birbirimizi daha kolay anlıyoruz, ortak deneyim var, ortak mücadele alanları, benzer dertler sıkıntıları bir arada yaşadığımız için. El mahkum bir araya gelmek zorunda kaldığımız mekanlar da oluyor, zamanlar da oluyor. Gönül ister ki daha homojen bir dünya hayaliyle yaşıyoruz, düşünürsen bu sadece LBGTT’lere ait değil, Yahudi cemaati de var, Ermeni cemaati de var, Rum cemaati de var. Bu cemaatlerde de oluyor. Çünkü yaygın anlamda bir önyargı üretildiği için, herkesin yaşam alanlarına dair, yaşam haklarına dair. Söz konusu şeyler sadece sözel de değil, fiziksel şiddete kadar varan şeyler yaşanıyor. Dolayısıyla insanlar biraz kendi kendilerini geriye çekip, hemen anlayabileceği, anlaşabileceği ortamlara çekiliyor. Ama cemaatleşen bir moda sektöründen bahsetmekse söz konusu evet bir takım sektörlerde daha çok daha kolay iş bulma şansımız var. Onun dışında mühendis eşcinseller de var, tekstil mühendisliği mezunu travesti ve transeksüeller de var. Onların iş hakkı var mıydı da gidip oralarda çalışabildiler? Hayır. Çalışamadıkları için herkes belirli yerlerde bir şeyler üretmek zorunda kalıyor. Herkes mesleğini yapsa daha homojen bir hayat olabilirdi çoğu bağlamdan baktığınız zaman ama özünde aşağı yukarı hepimiz aslında insanız, birlikte yaşamaya çalışıyoruz, aynı hoşgörüyü herkesin gösterdiği bir toplumda yaşama hayaliyle yaşıyoruz.

Peki ya Ülker sokak?

B: O bir gettolaşmaydı. Şimdilerde de gettolaşmak zorunda kaldık galiba yani eskiden direnilirdi. Aktif olarak çalışan örgütler de, ana akım LBGTT politikası yapan örgütler de istemiyorlardı gettolaşmayı çünkü kendi içinde belirli bir bölgeye maruz bırakılmak da var. Orada öyle bir hoşgörü kazanılmış dolayısıyla şehrin başka yerlerinde yaşayamama, oralara gidememe. Daha siyah beyaz bir şey gettolaşma hali. Ama şimdi sanırım daha ağırbaşlı bir şekilde Beyoğlu’nu kazanılmış bölge olarak düşünmüyor da değil birçok insan. Cigangir’i vesaire... Bunun da kendi içinde biraz da şu var, hem bilmem kaç senedir buralarda yaşamış olmanın, buranın kozmopoliti, buranın geçmişle olan ilişkileri, daha bir rahat olma hali, gece hayatının burada olma hali, o baskın ideolojinin, mahalle baskısının vesairenin olduğu yerlerden daha rahat olması ile alakalı gettolaşma. Ülker sokak da 1996 travesti ve transeksüellerin bilfiil yaşadıkları, mal mülk sahibi oldukları bir sokaktı. Bir sürü sebepten, NATO’nun geliyor olmasından, Habitat’ın olacağından, bir sürü sebepten baskın yapıldı sokağa. O sokakta yaşayan milliyetçi harekete mensup, o sokakta yaşamayan ama o sokaktan rahatsız olan başka başka gruplar ve Belediye’ye ortak iş yürüten bir sürü insan o sokağa saldırı düzenleyip orada o bir arada yaşama durumunu, gettolaşmaya müsait o durumu yerle bir ettiler. Şu an sadece mal sahibi insanlar oturuyor. Onun dışındaki herkes ya sattı ya terketti, başka yerlere kaydı, Harbiye’ye, Pangaltı’ya. Böyle bir şey var, ben emlakçı emlakçı geziyorum şu anda. Bazı emlakçılar açık açık söylüyorlar travesti istemiyoruz diye, mahalle de kendi koyuluğunu koyuyor. Ama Pangaltı’da öyle bir hoşgörü var uzun zamandır. Harbiye’den de sürülmüş bir grup transeksüel Pangaltı’na yerleşmiş durumda. Ama gün gelecek oradan da sürülecekler. Ev satmak mevzu bahisse kimse satmıyor. Ama internetteki emlak sitelerinde bakıyorum bir travesti mesela evini satıyor. Sadece travestilere ve geylere satıyorum diyor. İnadına orada devam etmek için. Bu apartamda ben çok çile çektim oturmak için, satmam da lazım mümkünse aynen benim gibi biri alsın.

(Fotoğraflar: Pınar İlkiz)

(ntvmsnbc)

Hiç tanımadığınız insanlar ve tatlar...



Buenos Aires’te Casa Felix adlı bir restoran var... Aslında orası Diego Felix ve müstakbel eşi Sanra Ritten’in evi. Casa Felix tanımadığı insanlara yemek pişirmekten büyük keyif alan Diego Felix’in eşsiz bir projesi...

Pazarlama okurken bir anda bunun hayatta kendisine pek bir yarar sağlamayacağına karar verdi ve üniversite eğitiminin sonuna gelmiş olmasına rağmen çantasını toplayarak 23 yaşında Latin Amerika’ya doğru yol aldı. Bu Diego Felix’in hikayesinin sadece başlangıcıydı...

Felix’in ailesi tam bir vejeteryandı. Felix de küçükken her çocuk gibi mutfakta ailesine yardım etmişti fakat o zamanlar bu yardımların gelecekteki mesleğini şekillendireceğinden haberi yoktu. Felix, Latin Amerika’yı ve onun değişik tatlarında uzun bir yolculuk yaptıktan sonra Arjantin’in başkenti Buenos Aires’te kalmaya karar verdi.

Başkentte vejeteryan mutfak üzerine eğitim alan Felix, hem ailesinden gelen hem de Meksika, Bolivya, Costa Rica gibi ülkelerde edindiği mutfak bilgilerini birleştirerek kendi hayali peşinden gitmişti. Felix, önce Eylül 2003’te Palermo’da ailesinin yardımıyla bir ev kiralamıştı. Böylece küçük bir vejeteryan mutfak işletebilecekti. Hayatının aşkı ile orada tanışacağından da bihaberdi. Felix, öğrenci değişim programı ile Buenos Aires’e gelen, California’da basın fotoğrafçılığı okuyan ve bu aralıkta evleneceği Sanra Ritten ile de bu sırada tanışmıştı.

Şimdi ikili Buenos Aires’te haftanın üç günü değişik vejeteryan lezzetler tatmak isteyenleri evine davet ediyor. Her Perşembe, Cuma ve Cumartesi günü 110 pesoya Casa Felix, beş yemekten oluşan bir menü için rezervasyon yaptıran 12 kişiye kapılarını açıyor.

"İKİMİZ TUTKULARIMIZI BİRLEŞTİRDİK"
Ntvmsnbc’nin sorularını yanıtlayan Diego Felix, her şeyin nasıl başladığını ise şöyle anlatıyor: “Casa Felix beş yıl önce başlayan bir proje. Değişim programı ile Buenos Aires’e gelen eşim Sanra Ritten’i tanıdığımda evimde küçük bir vejeteryan restoran işletiyordum. O yılın sonunda, Sanra’nın eğitimini bitirmesi için birlikte Amerika’ya gittik. Ben yapmak istediğim aşçılık şekli üzerine eğitim almaya devam ettim. Sanra’nın eğitimi bittiğinde ise Buenos Aires’e dönerek kendi projemizi geliştirmeye karar verdik. İkimiz de tutkularımızı birleştirmek istiyorduk: yemek pişirmek, basın fotoğrafçılığı ve yolculuk. Böylelikle Güney Amerika’ya yaptığımız küçük yolculuklardan neler öğrendiğimizi insanlara göstermek için onlara evimizin kapılarını açmaya karar verdik. Casa Felix şu anda üç yıldır hizmet veriyor.”

Altı yıldır Ritten ile birlikte olan ve bu Aralık ayında onunla evlenecek olan Felix, aslında mutfağına yeni tatlar katmaya da hiçbir zaman ara vermemiş. Mutfak dışında ne iş yaptığını sorduğumuz Felix “Evimizin arka tarafındaki organik bahçeyi düzenli tutmak için çok çalışıyoruz. Bunun dışında bölgedeki gazeteler için haber yapıyoruz ve bir tarif kitabı üzerinde çalışıyoruz. Casa Felix’i en iyi halinde tutmak için ayrıca çok çaba sarfediyoruz” cevabını veriyor.

"BEN KEŞFETMEYİ DAHA ÇOK SEVİYORUM"
Türkiye’deki “Yemekteyiz” yarışma programından bahsedip, orada böyle bir formatın olup olmadığını sorduğumuzda ise Felix’in cevabı gayet kısa ve net oluyor: “Bizim yaklaşımımız diğer yönden, beni aşçıların çekişmesi ilgilendiriyor. Ben keşfetmeyi daha çok seviyorum.”

Bu kadar insana yemek pişirip bu kadar yeni insanla tanışınca da Casa Felix’ten güzel ve uzun muhabbetler de eksik olmuyor. Ayrıca restoranın bir evde olmasının da etkisiyle daha sıcak bir ortam yakalanabiliyor. Felix o uzun geceleri ise şöyle anlatıyor: “Bazen yemeklerden sonra başka restoranlarda çalışan aşçı arkadaşlarım geliyor ve yeniden donattığımız şarap ve gitar eşliğinde bir masada şafak sökene kadar oturuyoruz. Bazen çıkıp bir bara eğlenmeye gidiyoruz ve bir anda spontane bir şekilde bayram havasına bürünüyoruz.”

Evinin kapılarını hiç tanımadığı insanlara açan Felix, Kuzey Amerika’ya giderek orada da hünerlerini sergilemiş. Felix bu yolculuğun hikayesini ise ntvmsnbc'ye şöyle anlattı: "Bu mutfak turu fikri Buenos Aires’te bir gün yemek yerken aklımıza geldi. Casa Felix’i New York’ta yapmaya davet ettiler. Bu kulağa çok iyi bir fikir gibi geldi. Biz de bunu değerlendirdik. Şimdi de dört aylığına Kanada ve Amerika’ya gidiyoruz, Casa Felix’i yolculuğa çıkarıyoruz. Bunu arkadaşlarımızın evinde ama daha önce tanımadığımız insanlara yapmaya karar verdik, çünkü bizi evimizde hissetirecekler. Bunun dışında birkaç şarap barında da yemek verdik, hatta New York City’de bir yeraltı yeme kulübü ile de ortaklaşa çalışmamız oldu.”

"NEREYE DAVET EDERLERSE ORADA YEMEK YAPIYORUZ"
Felix şu anda projelerinin çok enteresan bir noktaya geldiğini söylüyor: “Bu tur bize birçok kapı açtı, dünyanın birçok noktasından orada yemek pişirmemiz için teklif alıyoruz. Casa Felix, eşi benzeri olmayan bir proje, yemekleri olduğumuz yerde yapıyoruz. Bizi nereye davet ederlerse orada yemek yapıyoruz, anahtarla kapıdan giriyoruz ve bıçaklarımızla çıkıyoruz. Davet edildiğimiz her yere Güney Amerika’nın tadını götürüyoruz.”

(ntvmsnbc)

Çiğdem Anad'dan 10 kadın tahlili



"Güzide Aysun'a benzemez... Nazlı ile Günseli saçlarıyla daha çok konuşulur... Gönül Yazar ani çıkışlarıyla şaşırtacak, Funda bombaları patlatacak... Oya'yla Bahar da iyi anlaşacak... Hülya Hoca'dan biraz tırsılıyor."
Geçen hafta ilk bölümü yayınlanan 10 Kadın programı görünen o ki adından çok söz ettirecek. Programın moderatörü Çiğdem Anad'la çiçeği burnunda programı ve konuklarını konuştuk.

10 Kadın fikrinin çıkış noktası nedir? Neden 10 kadın?

Kadınların her alanda ve her yerde daha çok konuşması gerektiğini düşünüyoruz. İki saatlik bir programa en çok ne kadar kadın sığdırabiliriz diye hesap ettik, sonuç 10 çıktı.

İlk program nasıl geçti? Daha doğrusu beklediğiniz ya da hedeflediğiniz program formatını yakalayabildiniz mi?

İlk program ısınma turu olmasına rağmen herkes birbiriyle kolay kaynaştı. Beklediğimin aksine gerilimsiz geçti. Format ilk programdan oturdu.

Farklı kulvarlardan gelen kadınlar arasındaki sinerji nasıldı?

Sinerji, enerji yüksekti. Bence ikinci programdan itibaren enerji patlayacak. İlk programda kırmızı saçlarıyla Nazlı Eray, mavi saçıyla Günseli Kato çok dikkat çekti. İsimlerinden çok saç renkleriyle anılabilirler.

Sosyolog Hülya Tanrıöver sadece üniversitede değil, programda da hocalık yapıyor. Herkesin hocadan biraz tırstığını biliriz zaten. Güzide Duran’ın ne söylerse söylesin öncelikle güzelliğiyle öne çıkacağı belli.

Oya Başar ekibi tarttı, kimlerden pas alabileceğini ölçtü, şakaları peş peşe gelecek sanırım. Funda Özkalyoncu’nun her konuda patlatacağı bombaları önceden depolayacağını sezdim. Gönül Yazar’ın ani çıkışları olacak, mevzuyu bizi şaşırtacak başka sulara akıtabileceği belli. Diğer iki konuk değişecek zaten.

Bütün kadınlar öncelikle kıyafeti, makyajı önemsiyor. Hepsi çok atak, konuşkan. Günseli ile Funda yakın arkadaş olurlar. Ben hepsiyle arkadaş olurum. Oya ile Bahar Korçan birbirlerini çok sevdiler. İlk programdan sonra viski seven sevmeyen de viski istedi, hep beraber içtik. Öpüşerek haftaya görüşmek üzere vedalaştık.

Bu kadar kalabalık bir program yapmanın zorlukları ve kolaylıkları ne?

Egosunu kontrol edebilen insanlarla program yapmak zor değil. Programdaki hiçbir kadının kendini ispat etmeye ihtiyacı yok, bu nedenle ben hiç zorlanmadım. Makyaj ve kuaför organizasyonu ise zor. Bütün kadınların bir ağızdan konuşma, hep beraber lafa atlama ihtimalleri yüksek tabii ama bunu dengelemek için de ben varım zaten. Programda yer alan bütün kadınların konuları ateşleme potansiyeli var.

Kadroda belirleyici etken ne oldu?

Kadınları seçerken farklı meslek gruplarından olmalarına, yaşam tecrübelerinin bol olmasına, ilgi alanlarının geniş olmasına, ekip çalışmasına yatkın olmalarına, farklı görüşlere tahammüllü olmalarına, ekranda rahat konuşabilmelerine dikkat ettik.

İlk programda “birlikte duramaz inanışına inat NTV’de bir araya gelen” kadınların uzun süre birlikte olup olamayacağına dair ne hissettiniz?

Bana kalırsa bu program en az üç yıl devam eder. Kadınların bu dayanışmasıyla, erkekler tükenene kadar program sürer.

10 Kadın’ın Haydi Gel Bizimle Ol ile organik bir bağı olduğunu söyleyebilir miyiz? Mesela Aysun Kayacı’nın yerine Güzide Duran geldi diyebilir miyiz?

10 Kadın, Haydi Gel Bizimle Ol programındaki arkadaşlara benzemiyor. Aysun’la Güzide de benzemiyor. Hepsi çok farklı karakter.

Seçilen konukların gündemle bağlantılı olması konuk seçiminde öncelikli bir belirleyici mi?

Her programda iki yeni kadın bizimle beraber olacak. Bu isimlerin gündemle bağlantılı olmasını tercih ediyoruz.

10 Kadın’la birlikte bir kadın hareketi de başlıyor... Bu kadın hareketinden ne anlamalıyız? Erkeklerin gözü korkmalı mı?

Kadın hareketi denilince siyasi bir anlam yüklemiş oluyorsunuz aslında. Bu siyasi bir program değil. Ama dolaylı olarak her şey siyasidir ve siyasetle bağlantılıdır anlayışına sahipseniz, evet bu bir kadın programıdır ve gündemdeki konuları, kadını, erkeği, erkek-kadın ilişkilerini tartışır. Doğrudan siyasi bir mesajı yoktur ama dolaylı mesajları varsa, seyirci kendi çıkarsamasını yapar diyebiliriz.

Haydi Gel Bizimle Ol programında erkekler dört kadının karşısına çıkmaya çekinirken, burada sayı daha fazla. Erkek konuk bulmakta zorlanacağınızı düşünüyor musunuz?

Kadınları seven erkekler bu programa gelirler. Gelmeyen erkeklere korkak diyeceğim. Erkek konuk seçiminde yaptığı işle öne çıkan ya da adından söz ettiren ya da farklı fikirleriyle gündemde olan erkeği seçmeye çalışıyoruz. Tabii 10 kadının sorularına, yorumlarına karşı hoşgörü gösterecek erkeğin zor bulunduğunu da biliyoruz.

(ntvmsnbc)

Pelikülde 12 Eylül



Yönetmenleri film yapmaya iten duygu genel olarak bir dertleri olmasıdır. Ya diğer insanların dikkatini çekmek istediği bir şey ya da sadece kendisi ile ilgili paylaşmak istediği bir şey vardır. Bazen de bir toplumun ortak bilincini oluşturmuş göz ardı edilemeyecek olayları kendi üslubu ile anlatmak ister yönetmen. Her şekilde eğer bir belgesel izlemiyorsak -ki belgesellerde de bir bakış açısı mevcuttur- bize sunulan en nihayetinde bir bakış açısıdır. Toplumsal bilincin derinlerine inersek Türkiye'de yaşayanların ya konuşmayı pek sevmediği ya da o dönemde yaşadıklarından ötürü -tabir biraz ağır kaçsa da- ''korkulan'' bir dönem vardır; 12 Eylül dönemi. Günümüz gençliği bu dönemi yaşamamış olsa bile kendisine -öyle ya da böyle- kılavuzluk edebilecek materyaller mevcut. Bunların içinde tüketimi en kolay olanı da hepimizin bildiği üzere sinemadır.

Ben 12 Eylül'e sinema seyircisi koltuğundan bakacağım. Darbe aynı zamanda sinemaya da gelmişti ama ilerleyen yıllarda Türk sineması bunun olumlu meyveleri ile karşılaştı.
Geçtiğimiz ay gösterime giren Ömer Uğur'un ''Eve Dönüş'' adlı filmi, 12 Eylül ile ilgili çekilmiş bir film. Türk sinema tarihinde kendisinden önce çekilmiş birçok filmden farkı, bana kalırsa, bu sefer karşımızda ateşli sloganlar atan, düzende bir şeylerin ters gittiğini düşünen veyahut geceleri duvarlara yazı yazan insanlardan ziyade kendi halinde yaşayan bir insan. Hatta filmde bulduğu her fırsatta bu işlerle alakası olmadığını belirten ve alakası olan insanlara dair de pek sempati beslemeyen bir karakter ile karşılaşıyoruz.

Bana kalırsa bu film 12 Eylül'ün sadece ilgililerin değil, aynı zamanda ilgisiz olanların da nasıl başını yaktığını anlatmak isteyen bir film. Sinemasal zevk açısından ne kadar doyurucu olduğu ise başka bir tartışma konusu ama en azından seyircinin herhangi bir 12 Eylül filmi ile kendini bağdaştırmak için o dönemi çok aktif geçirmesi gerekmediği savını destekliyor.

Peki ya öncesi? Ömer Uğur bu filmi çekmeden önce de birçok 12 Eylül filmi görmüştük. ''12 Eylül Filmi'' denildiği zaman ne anlıyorduk peki? Gördüğümüz görüntüler bire bir 12 Eylül ile mi bağdaşmalıydı? Çatışma sahneleri, işkence sahneleri? Ya da 12 Eylül döneminde geçen bir hikâye ve bunun psikolojik yansımaları mıydı? Ben şahsen ikisini de bu kategoriye koyuyorum. Bir olayı sadece kendi varlığı ile ele almaktan ziyade yansımalarını da dâhil ederek daha güçlü bir anlatıma sahip olmak mümkündü ve hatta şiddet unsurlarını göstermeden ama seyirciyi bir şekilde bundan haberdar ederek olayları anlatmak da aynı etkiyi sağlayabilirdi.
Son dönem filmlerden Çağan Irmak'ın ''Babam ve Oğlum'' filmini ele alırsak eğer; önce 12 Eylül'ün sabahında doğum yapan bir anneyi ve daha sonra çocuğun büyümüş, 5 - 6 yaşına gelmiş halini görüyorduk. İlerlemeden önce belirtmek isterim ki Çağan Irmak her seferinde filminin bir 12 Eylül filmi olmadığını belirtiyordu. İnsanlar kendilerine sunulan materyalleri nasıl görmek isterlerse öyle yorumlarlar ve ben ise, yönetmenin aksini söylemesine rağmen seyircilerin bu filmi bir 12 Eylül filmi olarak adlandırmasını da edinilmiş toplumsal bilince bağlıyorum. Filme dönecek olursak eğer, arada geçen yılları görmüyoruz, 12 Eylül'e dair işkenceler, çatışmalar kadrajın dışında kalıyor, filmin başında işkenceye dair sahneler görüyoruz ama 12 Eylül travmasının etkileri bu kadraj dışı görüntüler kadar etkili oluyor seyirci üzerinde, ya da olmuyor. Bu noktada devreye sinemasal zevk giriyor. Daha da geriye gidip Beyazperde adlı sinema dergisinin ''12 Eylül Filmleri'' dosyasını kılavuz alarak devam edersek karşımıza biraz daha değişik bir tablo çıkar. Aslında değişikten ziyade farklı görüşler demek daha doğru olur. Bu dosyanın ne zaman hazırlandığından emin değilim ama içindeki filmler bununla ilgili bir fikir verebilir sanırım. Bu dosya ekine giriş yazısı yazanlardan birisi olan Murat Belge, dönemin filmlerinin 12 Eylül'ün izlerini taşıdığı konusunda hemfikirdi ama yine de henüz 12 Eylül filmi çekilmediğini düşünüyordu.

Belki hala bir 12 Eylül filmi çekilmemiştir, 12 Eylül filminin kriterinin ne olduğuna dair hem fikir olamayacak bir yapıya sahip olduğumuz da göz ardı edilmemeli. Yaşanmış ama üzerine konuşmanın bu kadar tabu olduğu bir konu hakkındaki bu kadar az bilginin aydınlatıcı olması da beklenemezdi sanırım.

Erden Kıral'ın ''Av Zamanı'', Tunç Başaran'ın ''Uçurtmayı Vurmasınlar'', Yavuz Özkan'ın ''Yağmur Kaçakları'', Mesut Uçakan'ın ''Öç'', Sinan Çetin'in ''Prenses'', Mehmed Ün'ün ''Bütün Kapılar Kapalıydı'', Zülfü Livaneli'nin ''Sis'', Ali Özgentürk'ün ''Su Da Yanar'', Melih Gülgen'in ''Kimlik'' ve Ziya Öztan'ın ''Baharın Bittiği Yer'' adlı filmleri bu dosyanın yer verdiği filmler. Bunların Zeki Ökten'in ''Ses'' ve Ümit Efekan'ın ''Darbe'' adlı filmlerinin de adı geçmekte. Yönetmenlere kendi filmlerinin 12 Eylül ile ilişkileri sorulmuş. Mesela Ali Özgentürk'ün Su da Yanar'a gelince: Bana kalırsa bu filmin 12 Eylül'den çok, 14 Temmuz Fransız Devrimi'yle ilgisi vardır (hadi şimdi biraz düşünün). Kısacası, Türkiye gibi bir ülkede ben kendi 8½'umu çektim. Anlasalar da, anlamasalar da…'' şeklinde cevap vermiş. Bunun yanında ''Kimlik'' filminin yönetmeni Melih Ülgen'in anlattıkları ise şöyle; ''Kimlik, yapımcısı olmasına karşın Mahmut Tezcan'ın muhalefeti yüzünden hak ettiği yere gelemedi. Mahmut Tezcan sete gelip ''Komünist film çekmeyin'' diye baskı yapıyordu. Başka bir yapımcı olsaydı ''Kimlik'' bugün bilinen, üzerinde konuşulan bir film olurdu.'' Bu filmlerin dışında aklımıza ilk gelen filmler ''Bir Sonbahar Hikâyesi'', ''Bekle Dedim Gölgeye'', ''Eylül Fırtınası'' oluyor. Filmlerin başkahramanları da değişiklik gösteriyordu. Mesela ''Bir Sonbahar Hikâyesi'' adlı filmde Zuhal Olcay olan bitene dayanamayan bir öğretim görevlisini canlandırırken, ''Bekle Dedim Gölgeye'' filminde ise düzeni değiştirmeye çalışan insanlarla karşılaşmaktayız.
Genel olarak bir huzursuzluk içeren bu filmlerin hepsine baktığımız zaman gerçeği ne kadar yansıttığına mı yoksa seyirciye verdikleri sinemasal doyuma mı bakmamız gerektiği konusunda hala değişik fikirler mevcut.

Bir 12 Eylül filmi sinemasal açıdan çok başarılı olup gerçeklik açısından sınıfta kalabilir mi? Bence kalabilir, ama bu yine de onun değerinden bir şey azaltmaz. Bütün bu savı çürüten bir tek şey vardır ki bana kalırsa o da ''belgesel'' türü adı altında çekilen filmler, materyaller. O zaman filmi masaya yatırıp bir gerçeklik tartışması yapabiliriz. Her filmde dönemi yansıtma konusunda, yönetmen kendi gözünden olan biteni yansıtmaktadır bu da bir filmi diğerinden farklı kılan öğedir.
İlerleyen zamanlarda daha başka 12 Eylül filmleri çekilir mi bilmiyorum, en son izlediğimiz ''Eve Dönüş''ün senaryosunun bundan dokuz yıl önce yazıldığını okumuştum, ondan daha yakın geleceğe baktığımızda ''Babam ve Oğlum'' ile karşılaşıyoruz. 12 Eylül ile ilgili olarak bilinçlerin soğumaya mı bırakılacağını yoksa konu ile ilgili başka bir filmin çekilip çekilmeyeceğini zaman gösterecek.

(Güncel Hukuk Dergisi)