"Komplo teorisyenleri gibi yaşıyorsun"



Mexico City eşcinsel evliliği kabul eden ilk Latin Amerika kenti oldu... Peki ya Türkiye'deki eşcinseller için hayat nasıl akıyor? Neleri saklıyorlar, ne kadar açılıyorlar? Gey divası olarak lanse edilen şarkıcı Hande Yener'e nasıl bakıyorlar? Ve ilk kez bir eşcinsel annesinden oğluna açık mektup...


İspanyol şair Federico Garcia Lorca idam edildiğinde yıllardan 1936’dıydı. Eşcinsel olup olmadığı konusunda çok büyük tartışmalar olan Lorca öldürülmeden önce idam mangasından birinin “İ.ne olduğu için kıçına iki kurşun sık” dediği iddia edilir. Aradan 73 yıl geçti ama birçok yerde eşcinsel evliliklere izin verilse de eşcinselliğin algılanışı ile ilgili çok fazla şey değişmedi.

B. İstanbul’da yaşıyor. Eşcinsel ve ailesi de eşcinsel olduğunu biliyor. Hatta annesi 2006’da Lambda İstanbul Aile Grubu’nu kuranlardan. Kavramsal sanatçı olarak hayatını idame ettirmeye çalışan B. hayatının bir döneminde Lambda’nın çeşitli medya komisyonlarında çalışmış, eşcinseller, biseksüeller, travestiler ve transeksüellerle ilgili yaşanan olaylarda söz sahibi olan bir kurumun “teyze bilir”i konumundaydı da diyebiliriz. Artık bağımsız, belki dili daha sivri, belki de seçtiği kelimeler üzerinde eşcinsel olmasından kaynaklanan tek bir es’ten daha fazlası durmuyor. Hande Yener’i gey divası olarak görmüyor ve eşcinsellik karşıtı ideolojilerin kökeninde yazılı ve sözlü mirasın yattığına inanıyor.

Eşcinsel olduğunu açıklamadan önce psikolojik destek aldın mı?

B: Hayır almadım.

Nasıl karar verdin?

B: Karar vermek diye bir şey yok zaten. Böyle bir durumda ben sana sorayım, sen heteroseksüel olduğuna nasıl karar verdin?

Ama benim birine söylemem gerekmiyor...

B: Senin gerekmiyor benim gerekmek zorunda bırakıldığım için bir şekilde bir isme ulaşmam ve o isim neticesinde kendime bir yafta yapıştırmam lazım ya hani, ben o süreci bambaşka geçirdim, çoğumuz aslında öyle geçiriyoruz. Cinsel arzumuzun ne olduğunu aşağı yukarı biliyoruz ama sürekli bir inkarla geçiyor. Ben 16 yaşında ilk kez eşcinsel olduğumu itiraf edebildim kendime. İtiraf etme sürecine kadar sürekli inkarla geçti çok uzun bir süre. Ama kendimi bildim bileli sürekli erkeklerden hoşlanıyordum aslında.

Peki ilk kime söyledin?

B: Çok yakın bir arkadaşım, onun da eşcinsel olduğunu tahmin ettiğim için ona açıldım. O da bana “Aramıza hoş geldin” dedi.

Peki aileden ilk kim öğrendi?

B: Aileden ilk annem öğrendi, asılnda annemle babam aynı anda öğrendi. Ben kendime açıldıktan yaklaşık üç buçuk dört ay sonra annemle konuştuğumuz bir sırada, annemin de benim eşcinsel olduğumdan şüphelendiği sırada, bana sürekli arkadaşlarının kız arkadaşları oluyor, birileriyle öpüşmüşsündür niye bana söylemedin gibi soruları vardı. Bir gece uzun bir konuşma eşcinselliğe gelip orda kapandı. Ertesi gün de bir baktım annem de babam da halihazırda beni bekliyor konuşmak için. Ben böyle bir dört beş saat “Hayır”, “Yok bir şey”, “Önemli değil”, “Gidin başımdan” gibi bir sürü şey söyledikten sonra “Ben geyim” dedim, bir rahatladılar. Onlar daha farklı kötü şeyler bekliyorlarmış kafalarında, başıma bir şey geldi, tecavüze uğradı, bela aldı filan gibi. Benim eşcinsel olduğumu öğrenince bir “Oh” dediler sonra olayın devamında kendi endişeleri şüpheleri ortaya çıkmaya başladı. Ne bu şimdi, değişen bir şey mi, birinden mi etkilendi, biz mi yanlış bir şey yaptık yetiştirirken, tahmin edebileceğin dünyanın her yerindeki anne babanın aklına gelen bütün o sorular takır takır gelmeye başladı. Yardım almamız gerekiyor, biz bu konu üzerine hiçbir şey bilmiyoruz dediler. Bunun üzerine hepimiz bir terapiste taşındık.

Lambda nerde devreye girdi?

B: Lambda çok sonra devreye girdi. Biz kendimiz münferit bir şekilde çıktık bu yolculuğa. Biz psikoloğa gittik. Psikolog benim dışarı çıkmamı istedi. Annemle babama bu olayın değişemeyeceğini, değişme gibi herhangi bir şeyin olmadığını, cinsel yönelim denen şeyin olgunun yani heteroseksüellikle, eşcinselliğin biseksüellikle aynı şey olduğunu, dünyanın herhangi bir yerinde kadınların erkeklerden, erkeklerin kadınlardan, erkeklerin erkeklerden, kadınların kadınlardan neden hoşlandığına dair herhangi bir verinin tıp tarafından bulunamadığını, o yüzden 1973 yılından beri hastalık olmadığını anlattı. Onlar da bu şekilde bütün endişelerini kırdılar orada. Bunun değişmez bir şey olduğunu kabul ettiler. Tabii bir buçuk sene evde o gergin hal kaldı. Zamanla ama, cidden zaman çok onarıcı bir şey, alışkanlıkla da alakalı bir şey, kafasındaki mürüvvet olgusunun kırılışı, evlenecek çocuk yapıcak, erkek çocuktan toplumsal kodlar tarafından beklenti haline sokulmuş anne babaların bekleyeceği her türlü şeyi onlar da bekliyorlardı aşağı yukarı. Modern açık fikirli bir aileydik ama eşcinselliği kabul edecek kadar yüzde 100 modern tutarlı bir aile değildik tabii. Ama onlar da, özellikle annem o arayı sürekli okuyarak kendini geliştirerek kapattı. Annemle aynı dönemde psikoloğa gittik, annem dört ay ben bir yıl kadar gittim. Çünkü çocukluk tramvalarım vardı, eşcinsel olmamdan dolayı yaşadığım abuk subuk olaylar oluşumdan ötürü çevrem dolayısıyla yaşadığım birçok olay peşisıra oluşmuş sıkıntılarım vardı. Onları atlatıp tanımlamak için bir sene kadar terapiste gitmem gerekti.

Lambda ile olan ilişkin ne zaman başladı?

B: Kendime açıldıktan dört sene sonra Lambda’ya gittim. O zamanki erkek arkadaşımla beraber onun ödev konusu için arşiv araştırmasını yapmaya gitmiştik. O dönem ikimiz medyada travestiler ve transeksüeller nasıl yer alıyorla ilgili bir belgesel yapıyorduk. İnternet öncesi gazeteleri taramıştık.



Annen ne zaman dahil oldu?

B: 2006’nın yaz aylarıydı galiba. Radikal’de Şule Büyükçizmeci eşcinsellik ve aşk üzerine (biraz ötekileştire ötekileştire) bir yazı dizisi yapıyordu. O sırada ben Lambda medya komisyonunda görevliydim. Medya komisyonu üzerinden Şule’yle tanıştık. Gayet iyi niyetliydi, elastikiyeti mevcuttu, haber metinlerine biraz burnumuzu sokmamıza izin verdi. Nitekim yine de gazetenin başka kontrolörleri yüzünden geçmeyen kalemlerine takılan ve gerçeklikten sapan birçok veriyi de barındırıyordu. Yedi günlük bir yazı dizisi çıktı eşcinsellik üzerine, yedinci günü de ben Şule’ye teklif etmiştim. Ben annemlere açığım, bir aile üyesinin böyle bir mektubu çok cesaretlendirci olabilir, bunu böyle yayınlayalım dedim ve annem de bir mektup yazdı. O mektup çok yankı uyandırdı, ilk kez bir eşcinselin annesinin yazdığı bir şey pozitif bir pencereden, hem bir örgüt çatısı altından gözükmüyordu. Hem münferit, hem de tam da anlatılmak isteneni veren temiz bir yazıydı. Dayandığı yerler güzeldi, mağduriyet üzerine kurulu bir metin değildi. Bunun neticesinden annem başka bir arkadaşımın annesi ile bir araya gelip Lambda İstanbul Aile Grubu LISTAG'ı kurdu. Sonra bir transeksüel annesi de katıldı onlara, Şu anda 1.5 senedir çok faal bir şekilde çalışıyorlar. Şu an annem aktivizm yapıyor benim yerime yani.

Röportaj verme cesaretini nasıl gösterdin?

B: O delilik bence.

İlk röportajını adınla vermedin?

B: 2007’de ismimle vermeye başladım. 2007’den evvel çok zor oldu benim için, hala da değiştiriyorum ismimi. Eskisi kadar cesaretim de kalmadı. İlk açık röportajımı Sabah gazetesine vermiştim ama o sırada Ahmet Yıldız cinayeti olmuştu. Üskürdar’da çapraz ateş sonucu ailesi tarafından öldürülmüştü. O çocuğun cinayeti basında çok fazla yankı uyandırmıştı. Türkiye’de nefret cinayetleri oluyordu ve o ara ben ilk açık röportajımı verdim. Bayağı da korkmuştum tehdit alacağım diye...

Aldın mı?

B: Hayır almadım, hiç başıma öyle bir şey gelmedi.

Peki röportajından sonra bir şey oldu mu?

B: Oldu tabii, eşcinsellerden oldu daha çok aslında. Benim açık olmamın yarattığı bir taktım sorunlar yaşadım.

Niye bir hoşnutsuzluk var açık olmaya karşı?

B: Genel olarak Türkiye’deki vaziyet pek o kadar iç açıcı değil. Ailesine gizli olup, hatta kendisine bile gizli olanlar var. Kendisine bile eşcinselliğini, biseksüelliğini tam anlamıyla itiraf edememiş bir sürü insan var. Bilhassa biseksüelliğini diyorum çünkü yaygın bir şekilde Türkiye’de kültürel anlamda da bir sürü biseksüellik edimleri başladı halihazırda zaten var. Onun dışında kapalılık hali bir şekilde devlet ve sistem tarafından da organize ediliyor. Söylemler onun üzerine, aile onun üzerine; heteroseksüellik üzerine kurulu, biz buna heteroseksizm diyoruz. Çoğu şey heteroseksizm yüzünden. Zaten birinin işten atılma korkusu, aileden yok sayılma korkusu, çevreden atılma korkusu, sosyal ortamdan yoksun kalma korkusu üzerinden insanlar çok da fazla açılamıyor. Gizli bir şekilde ya kendileri gibi gizli partnerlerle ilişkilerini yaşıyorlar hayatlarını idame ediyor.

Eşcinsellerin çoğunlukta olduğu mekanlar, barlar var...

B: Şöyle çalışıyor Türkiye’de mantık. Gey mekanına giden geydir, hetero mekanına giden heterodur. Halbuki biz daha evvel gey mekanları olmadan da hetero mekanlarına gidiyorduk hatta gey mekanlarına meraklı bir şekilde gelen dünya kadar heterolar da var. Bu biraz ne kadar kendinle ilişkin kuvvetli, kendini ifade etmen ne kadar kuvvetli, sen acaba halihazırda üzerine düşündüğün eşcinsellik hakkında ne kadar tutarlı yanıtlar veriyorsun. Kendine karşı ne kadar ikiyüzlüsün. Çünkü zaten eğitim sistemi, medya eşcinselliğin "tu-kaka" olduğuna dair veri veriyor. Zaten baştan kendin kendi eşcinselliğine homofobik bir şekilde büyümeye başlıyorsun. Kendin bir çatışma içerisindesin. Sürekli bunu reddederek, yok sayarak, görmeyerek yaşıyorsun. Ona yalan söyle, ailene yalan söyle, etrafına yalan söyle. Bayağı hani komplo teorisyenleri gibi yaşamaya başlıyorsun. Diyorsun ki kız arkadaşım var. Biriyle berabersin evden çıkıyorsun, annen nereye gidiyorsun diye soruyor. Kız arkadaşıma diyorsun, bir gün getir tanışalım diyor. Yok şöyle yok böyle derken kuyruklu yalanlar silsilesi. Niçin? Sosyal çevreden dışlanma korkusu. Bunun neticesinde de gece mekanları biraz daha davetkar yerler. Sabahın ışıkları gelene kadar insanların içlerinde gizli bir şekilde yaşayabileceği şekilde birkaç bir yer var İstanbul’da. Aslında 10’un üstünde mekan var, eskiden daha fazlaydı, şimdi azalmaya başladı. Şu an eşcinsellerin çok kullandığı profil sitelerine baksan belli açılardan eşcinselliğini kabul etmiş sayıca bayağı fazla oraya kadar gelebilmiş neredeyse 20 bin insan var. Ama oralarda da “Kimse bilmiyor olsun”, “Belli etmiyor olsun”, “Benim gibi gizli olsun” gibi şeyler yazıyor. Açıkça yaşamayan insanlar birbirlerini sürekli arıyor zaten. Burdaki bu kozmopolit hayatlar ortam, birbiriyle kesişmeyen hayatlar da bunu gizlice yaşamaya biraz izin verebiliyor zaten.

Bir sokak röportajında cüzdanında dört yıldır Sezen Aksu’nun fotoğrafını taşıdığını söylemişsin. Şimdi sevgilinin fotoğrafı cüzdanında olsa, bunu söyler miydin?

B: Söylerim tabii. Çok taşıdığım da oldu. Geri adım atmıyorum bu saatten sonra, bu kadar açıldıktan sonra. Temkinliyim çok, eskisi gibi deli değilim sadece.

Vatikan’ın eski konsey üyelerinden Kardinal Javier Lozano Barragan transeksüel ve homoseksüellerin hiçbir zaman cennetin kapısından içeri giremeyeceğini söyledi...

B: Din mevzusunu hiç konuşmasak daha iyi. Çünkü ne diyebilirsin ki, bir takım doneler var, ben inanmıyorum hiçbirine, o kitapların hiçbirine, inanç sistemlerinin reddettiği bir şey eşcinsellik, miras sebebiyle. İdeoloji, elle tutulamayan mirasla, para gibi elle tutulabilir mirasların hepsi tabii ki de aile gibi bir ortamda yayılabilir ancak. Genel bir önyargı var eşcinseller aile kuramıyor diye. İki erkek birbirine aşık olabilir ama bir kadın da onlara çocuklarını emanet edebilir; bunlara siz bakın ben bakamıyorum diyebilir. Bizim de evlilik, evlat edinme hakkımız olsaydı bizim de ailemiz olacaktı. Ama şimdi en kolayı heteroseksüel bir aile üretmek. İdeolojiyi yaymak için en güzel en basit yöntem bu olduğu için. Dünyadaki bütün dini kurumlar, devletlerin kendi ideolojileri de eşcinselliğe karşı ideoloji üretmek zorunda. Çünkü ancak bu şekilde, bir takım karşıtlıklar oluşturarak kendi ideolojilerine inandırdıklarının da akıllarını çelebilirler. LGBT olmak biraz virus olmak gibi anaakım stratejiler içerisinde. Güya bizler kötüyüz, düşkünüz, hastayız. Bu sayede destekçi kılmak istedikleri de iyi, ahlaklı, olmaları gerektiği gibi hatta cennetlik! Vatikan zaten yüzyıllardır bunun propagandasını yapıyor, bunu da Allah ve din korkusuyla yapıyor. Ama tarih kadar eski bu mevzunun önünü her ne yaparlarsa yapsınlar kapayamıyorlar, ancak tıkayabiliyorlar. Çünkü bizler hep vardık, hala varız ve hep olacağız.

Hande Yener’in Lambda ile olan ilişkisi neden, nasıl oldu?

B: Onur yürüyüşüne ünlü simaları çağırmanın avantajı var medyanın dikkatini çekmek için. Bir takım bağlantılar kuruldu Hande Yener’le. Hande geldiğinde mikrofon uzatıldı ona ve o şöyle dedi: “Biz hepimiz sizi çok seviyoruz.” Şimdi biz kim, hepimiz diye seslendiği grup kim? Ayrımcılığın kaç basamaklı olduğunu bilmiyorlar.

Onlar zannediyorlar ki destekçi gibi gözükmek de yeterli. Ama aslında bir takım önyargılar çalışıyor. Biz sizi çok seviyoruz demek bir erkanı temsilen sanki oraya gelmiş gibi, temsil ettiği erkan da heteroseksüellerden ibaretmiş gibi konuşmak. O erkanın temsilcisi olarak orda biz sizi çok seviyoruz gibi bir şey söyledi. Hande’nin yaptığı bu konuşma üzerine de birçok şey yazıldı basında. Destekçi olmanın homofobik olmamak gibi bir tarafı yok. Aramızda heteroseksüeller de var, mesela travesti ve transseksüel kadınlar veyahut erkekler. Onların da karşı cinslerinden hoşlananları var. Hadi buyurun buradan yakın.

Hatta Hande Yener, Madi Clara’dan kendi blogunda yayınladığı üç yazıyla ilgili tekzip istedi. Onunla ilgili üç tane güya hakaret içerikli yazısını ortadan kaldırması ve düzeltmesi için. Çok küfürlü yazıyor ama celebrity olmuş birinin buna biraz da hoşgörülü kalması gerekirken... Madi Clara, “Hande’nin kaybettiği milyarlarca parayı biz geylar mi ödeyeceğiz geyler olarak Hande’ye destek çıkıp-Hande Yener’in borçlarını biz ödemeyelim – Madonna olma hayali kısa sürdü-” diye bir yazısı var mesela, Hande’nin buna çok canının sıkıldığına eminim. Kadın biz sizi çok seviyoruz gibi bir sürü saçma sapan şey söyledi. Hande’nin o kitleye LGBTTlerin içine bir kraliçe edasıyla gelip, aslında bizleri ticari kaygılar güderek kullandığını anladık. Zaten başından beri çoğumuz bunun farkındayız. Bu ilk değil. O yürüyüşe katılmış olması, peşi sıra Madonna’mız olamadığını itiraf ettiği ve tekrar arabesk-pop yapacağına dair eskiye geri dönüyorum açıklamalarından ötürü Madi Clara’dan savcılık aracılığıyla tekzip olayına girmesi cidden çok komik.

Seneler önce Okan Bayülgen’in programlarından birine katılmıştı. Ona lezbiyenlikle ilgili sorular sorulunca gayet homofobik yanıtlar vermişti. Sonra özür diledi. Heteroseksüel olabilir, belki kendi eşcinselliğini saklıyor olabilir Hande. Hiçbirimiz burasıyla ilgilenmiyoruz ama vakıf olmadığı mevzularla ilgili konuştuğu zaman, bir de müziğini sevdiği için geyler ve çok gey dinleyicisi olduğu için gey divası olmuş değil. Kendi kendini böyle kılma derdine girdi o ayrı. Onu pazarlayan insanlar da böyle bir derde girmiş olabilirler ama özünde bayağı önyargılı, homofobik konuşabilen bir kadın. Bu en aşağı yürüyüşe geldiğinde yaptığı konuşmadan da ortaya çıkıyor, Madi Clara’dan tekzip istemesinden de. Kimse tekzip istemiyor artık, ünlü olmanın koşullarından biri hakkında çıkan kötü haberleri hasıraltı etmek, iyisiyle kötüsüyle kabul etmek hakkında çıkan haberleri.

Onur yürüyüşü sonrası Hande Yener’in eşcinsellerle bir bağlantısı oldu mu?

B: Yok hayır. Gey barda gördüm bir iki kere o kadar. Neden geldi oraya hiçbir fikrim yok. Ama arkadaşları, eşi dostu çoğu gey o yüzden gelmiş olabilir. Gey barlara kimler kimler geliyor. İki gün önce gey bardaydı diye söylesek zaten haber olur. Ünlülerin açılması lazım. İngiltere’de de böyle oldu. 1980’lerin sonunda 1990’ların başında Elton John'lar filan itiraf etti. İtiraf ettikten sonra da atamazsın satamazsın, adama "Sir" unvanını vermişsin. Geçmişten gelen bir oturmuşluk var. Başkalarının haklarına saygılı olma demokrasisi var. O hoşgörüyü kaybetti Türkiye zaten. Çok fazla cumhuriyet ailesi olayına oynamaktan. Zaten akışta giden 400 – 500 yıllık hikayelerin hepsini yok saymaktan ötürü, varolan neşriyatı ortadan kaldırmakla, 80 darbesiyle. Bunlar gibi sebeplerle her şey yurt dışından ithalmiş gibi yaşıyoruz yaşatılıyoruz zaten. Ama şöyle bir 80 yıl öncesine baksan ya da en kötü mahallenin hamamının tarihine baksan. Ya da ne bileyim kütüphaneye gidip minyatür karıştırsan bir sürü şeyler çıkacak oralardan. En kötü TRT’de izlediğin şarkıları anlamıyorsun, Osmanlıca. Artık Osmanlıca diye bir şey kalmadı. TRT bazı şarkıların erkek erkeğe yazılmış olduğunu anlıyor, sözleriyle oynamaya başlıyor. Bizim divan edebiyatımız bile çoğunlukla erkek erkeğe aşkı anlatır. Nitekim Kalkıp da varolanı reddetmek, yok saymak çok kolay tabii.

Bir cemaat haliniz haliniz var. Oturduğunuz mekanlar, gittiğiniz mekanlar, yaptığınız işler, birbirinizi kollamanız. Mesela birçoğunuzun moda dergilerinde editör ya da fotoğrafçı olarak çalışması...

B: Yani her gruplaşmak zorunda bırakılan grup gibi LBGTT camiası da kendi içinde muhakkak böyle bir gruplaşma haline gidiyor. Birbirimizi daha kolay anlıyoruz, ortak deneyim var, ortak mücadele alanları, benzer dertler sıkıntıları bir arada yaşadığımız için. El mahkum bir araya gelmek zorunda kaldığımız mekanlar da oluyor, zamanlar da oluyor. Gönül ister ki daha homojen bir dünya hayaliyle yaşıyoruz, düşünürsen bu sadece LBGTT’lere ait değil, Yahudi cemaati de var, Ermeni cemaati de var, Rum cemaati de var. Bu cemaatlerde de oluyor. Çünkü yaygın anlamda bir önyargı üretildiği için, herkesin yaşam alanlarına dair, yaşam haklarına dair. Söz konusu şeyler sadece sözel de değil, fiziksel şiddete kadar varan şeyler yaşanıyor. Dolayısıyla insanlar biraz kendi kendilerini geriye çekip, hemen anlayabileceği, anlaşabileceği ortamlara çekiliyor. Ama cemaatleşen bir moda sektöründen bahsetmekse söz konusu evet bir takım sektörlerde daha çok daha kolay iş bulma şansımız var. Onun dışında mühendis eşcinseller de var, tekstil mühendisliği mezunu travesti ve transeksüeller de var. Onların iş hakkı var mıydı da gidip oralarda çalışabildiler? Hayır. Çalışamadıkları için herkes belirli yerlerde bir şeyler üretmek zorunda kalıyor. Herkes mesleğini yapsa daha homojen bir hayat olabilirdi çoğu bağlamdan baktığınız zaman ama özünde aşağı yukarı hepimiz aslında insanız, birlikte yaşamaya çalışıyoruz, aynı hoşgörüyü herkesin gösterdiği bir toplumda yaşama hayaliyle yaşıyoruz.

Peki ya Ülker sokak?

B: O bir gettolaşmaydı. Şimdilerde de gettolaşmak zorunda kaldık galiba yani eskiden direnilirdi. Aktif olarak çalışan örgütler de, ana akım LBGTT politikası yapan örgütler de istemiyorlardı gettolaşmayı çünkü kendi içinde belirli bir bölgeye maruz bırakılmak da var. Orada öyle bir hoşgörü kazanılmış dolayısıyla şehrin başka yerlerinde yaşayamama, oralara gidememe. Daha siyah beyaz bir şey gettolaşma hali. Ama şimdi sanırım daha ağırbaşlı bir şekilde Beyoğlu’nu kazanılmış bölge olarak düşünmüyor da değil birçok insan. Cigangir’i vesaire... Bunun da kendi içinde biraz da şu var, hem bilmem kaç senedir buralarda yaşamış olmanın, buranın kozmopoliti, buranın geçmişle olan ilişkileri, daha bir rahat olma hali, gece hayatının burada olma hali, o baskın ideolojinin, mahalle baskısının vesairenin olduğu yerlerden daha rahat olması ile alakalı gettolaşma. Ülker sokak da 1996 travesti ve transeksüellerin bilfiil yaşadıkları, mal mülk sahibi oldukları bir sokaktı. Bir sürü sebepten, NATO’nun geliyor olmasından, Habitat’ın olacağından, bir sürü sebepten baskın yapıldı sokağa. O sokakta yaşayan milliyetçi harekete mensup, o sokakta yaşamayan ama o sokaktan rahatsız olan başka başka gruplar ve Belediye’ye ortak iş yürüten bir sürü insan o sokağa saldırı düzenleyip orada o bir arada yaşama durumunu, gettolaşmaya müsait o durumu yerle bir ettiler. Şu an sadece mal sahibi insanlar oturuyor. Onun dışındaki herkes ya sattı ya terketti, başka yerlere kaydı, Harbiye’ye, Pangaltı’ya. Böyle bir şey var, ben emlakçı emlakçı geziyorum şu anda. Bazı emlakçılar açık açık söylüyorlar travesti istemiyoruz diye, mahalle de kendi koyuluğunu koyuyor. Ama Pangaltı’da öyle bir hoşgörü var uzun zamandır. Harbiye’den de sürülmüş bir grup transeksüel Pangaltı’na yerleşmiş durumda. Ama gün gelecek oradan da sürülecekler. Ev satmak mevzu bahisse kimse satmıyor. Ama internetteki emlak sitelerinde bakıyorum bir travesti mesela evini satıyor. Sadece travestilere ve geylere satıyorum diyor. İnadına orada devam etmek için. Bu apartamda ben çok çile çektim oturmak için, satmam da lazım mümkünse aynen benim gibi biri alsın.

(Fotoğraflar: Pınar İlkiz)

(ntvmsnbc)

Hiç tanımadığınız insanlar ve tatlar...



Buenos Aires’te Casa Felix adlı bir restoran var... Aslında orası Diego Felix ve müstakbel eşi Sanra Ritten’in evi. Casa Felix tanımadığı insanlara yemek pişirmekten büyük keyif alan Diego Felix’in eşsiz bir projesi...

Pazarlama okurken bir anda bunun hayatta kendisine pek bir yarar sağlamayacağına karar verdi ve üniversite eğitiminin sonuna gelmiş olmasına rağmen çantasını toplayarak 23 yaşında Latin Amerika’ya doğru yol aldı. Bu Diego Felix’in hikayesinin sadece başlangıcıydı...

Felix’in ailesi tam bir vejeteryandı. Felix de küçükken her çocuk gibi mutfakta ailesine yardım etmişti fakat o zamanlar bu yardımların gelecekteki mesleğini şekillendireceğinden haberi yoktu. Felix, Latin Amerika’yı ve onun değişik tatlarında uzun bir yolculuk yaptıktan sonra Arjantin’in başkenti Buenos Aires’te kalmaya karar verdi.

Başkentte vejeteryan mutfak üzerine eğitim alan Felix, hem ailesinden gelen hem de Meksika, Bolivya, Costa Rica gibi ülkelerde edindiği mutfak bilgilerini birleştirerek kendi hayali peşinden gitmişti. Felix, önce Eylül 2003’te Palermo’da ailesinin yardımıyla bir ev kiralamıştı. Böylece küçük bir vejeteryan mutfak işletebilecekti. Hayatının aşkı ile orada tanışacağından da bihaberdi. Felix, öğrenci değişim programı ile Buenos Aires’e gelen, California’da basın fotoğrafçılığı okuyan ve bu aralıkta evleneceği Sanra Ritten ile de bu sırada tanışmıştı.

Şimdi ikili Buenos Aires’te haftanın üç günü değişik vejeteryan lezzetler tatmak isteyenleri evine davet ediyor. Her Perşembe, Cuma ve Cumartesi günü 110 pesoya Casa Felix, beş yemekten oluşan bir menü için rezervasyon yaptıran 12 kişiye kapılarını açıyor.

"İKİMİZ TUTKULARIMIZI BİRLEŞTİRDİK"
Ntvmsnbc’nin sorularını yanıtlayan Diego Felix, her şeyin nasıl başladığını ise şöyle anlatıyor: “Casa Felix beş yıl önce başlayan bir proje. Değişim programı ile Buenos Aires’e gelen eşim Sanra Ritten’i tanıdığımda evimde küçük bir vejeteryan restoran işletiyordum. O yılın sonunda, Sanra’nın eğitimini bitirmesi için birlikte Amerika’ya gittik. Ben yapmak istediğim aşçılık şekli üzerine eğitim almaya devam ettim. Sanra’nın eğitimi bittiğinde ise Buenos Aires’e dönerek kendi projemizi geliştirmeye karar verdik. İkimiz de tutkularımızı birleştirmek istiyorduk: yemek pişirmek, basın fotoğrafçılığı ve yolculuk. Böylelikle Güney Amerika’ya yaptığımız küçük yolculuklardan neler öğrendiğimizi insanlara göstermek için onlara evimizin kapılarını açmaya karar verdik. Casa Felix şu anda üç yıldır hizmet veriyor.”

Altı yıldır Ritten ile birlikte olan ve bu Aralık ayında onunla evlenecek olan Felix, aslında mutfağına yeni tatlar katmaya da hiçbir zaman ara vermemiş. Mutfak dışında ne iş yaptığını sorduğumuz Felix “Evimizin arka tarafındaki organik bahçeyi düzenli tutmak için çok çalışıyoruz. Bunun dışında bölgedeki gazeteler için haber yapıyoruz ve bir tarif kitabı üzerinde çalışıyoruz. Casa Felix’i en iyi halinde tutmak için ayrıca çok çaba sarfediyoruz” cevabını veriyor.

"BEN KEŞFETMEYİ DAHA ÇOK SEVİYORUM"
Türkiye’deki “Yemekteyiz” yarışma programından bahsedip, orada böyle bir formatın olup olmadığını sorduğumuzda ise Felix’in cevabı gayet kısa ve net oluyor: “Bizim yaklaşımımız diğer yönden, beni aşçıların çekişmesi ilgilendiriyor. Ben keşfetmeyi daha çok seviyorum.”

Bu kadar insana yemek pişirip bu kadar yeni insanla tanışınca da Casa Felix’ten güzel ve uzun muhabbetler de eksik olmuyor. Ayrıca restoranın bir evde olmasının da etkisiyle daha sıcak bir ortam yakalanabiliyor. Felix o uzun geceleri ise şöyle anlatıyor: “Bazen yemeklerden sonra başka restoranlarda çalışan aşçı arkadaşlarım geliyor ve yeniden donattığımız şarap ve gitar eşliğinde bir masada şafak sökene kadar oturuyoruz. Bazen çıkıp bir bara eğlenmeye gidiyoruz ve bir anda spontane bir şekilde bayram havasına bürünüyoruz.”

Evinin kapılarını hiç tanımadığı insanlara açan Felix, Kuzey Amerika’ya giderek orada da hünerlerini sergilemiş. Felix bu yolculuğun hikayesini ise ntvmsnbc'ye şöyle anlattı: "Bu mutfak turu fikri Buenos Aires’te bir gün yemek yerken aklımıza geldi. Casa Felix’i New York’ta yapmaya davet ettiler. Bu kulağa çok iyi bir fikir gibi geldi. Biz de bunu değerlendirdik. Şimdi de dört aylığına Kanada ve Amerika’ya gidiyoruz, Casa Felix’i yolculuğa çıkarıyoruz. Bunu arkadaşlarımızın evinde ama daha önce tanımadığımız insanlara yapmaya karar verdik, çünkü bizi evimizde hissetirecekler. Bunun dışında birkaç şarap barında da yemek verdik, hatta New York City’de bir yeraltı yeme kulübü ile de ortaklaşa çalışmamız oldu.”

"NEREYE DAVET EDERLERSE ORADA YEMEK YAPIYORUZ"
Felix şu anda projelerinin çok enteresan bir noktaya geldiğini söylüyor: “Bu tur bize birçok kapı açtı, dünyanın birçok noktasından orada yemek pişirmemiz için teklif alıyoruz. Casa Felix, eşi benzeri olmayan bir proje, yemekleri olduğumuz yerde yapıyoruz. Bizi nereye davet ederlerse orada yemek yapıyoruz, anahtarla kapıdan giriyoruz ve bıçaklarımızla çıkıyoruz. Davet edildiğimiz her yere Güney Amerika’nın tadını götürüyoruz.”

(ntvmsnbc)

Çiğdem Anad'dan 10 kadın tahlili



"Güzide Aysun'a benzemez... Nazlı ile Günseli saçlarıyla daha çok konuşulur... Gönül Yazar ani çıkışlarıyla şaşırtacak, Funda bombaları patlatacak... Oya'yla Bahar da iyi anlaşacak... Hülya Hoca'dan biraz tırsılıyor."
Geçen hafta ilk bölümü yayınlanan 10 Kadın programı görünen o ki adından çok söz ettirecek. Programın moderatörü Çiğdem Anad'la çiçeği burnunda programı ve konuklarını konuştuk.

10 Kadın fikrinin çıkış noktası nedir? Neden 10 kadın?

Kadınların her alanda ve her yerde daha çok konuşması gerektiğini düşünüyoruz. İki saatlik bir programa en çok ne kadar kadın sığdırabiliriz diye hesap ettik, sonuç 10 çıktı.

İlk program nasıl geçti? Daha doğrusu beklediğiniz ya da hedeflediğiniz program formatını yakalayabildiniz mi?

İlk program ısınma turu olmasına rağmen herkes birbiriyle kolay kaynaştı. Beklediğimin aksine gerilimsiz geçti. Format ilk programdan oturdu.

Farklı kulvarlardan gelen kadınlar arasındaki sinerji nasıldı?

Sinerji, enerji yüksekti. Bence ikinci programdan itibaren enerji patlayacak. İlk programda kırmızı saçlarıyla Nazlı Eray, mavi saçıyla Günseli Kato çok dikkat çekti. İsimlerinden çok saç renkleriyle anılabilirler.

Sosyolog Hülya Tanrıöver sadece üniversitede değil, programda da hocalık yapıyor. Herkesin hocadan biraz tırstığını biliriz zaten. Güzide Duran’ın ne söylerse söylesin öncelikle güzelliğiyle öne çıkacağı belli.

Oya Başar ekibi tarttı, kimlerden pas alabileceğini ölçtü, şakaları peş peşe gelecek sanırım. Funda Özkalyoncu’nun her konuda patlatacağı bombaları önceden depolayacağını sezdim. Gönül Yazar’ın ani çıkışları olacak, mevzuyu bizi şaşırtacak başka sulara akıtabileceği belli. Diğer iki konuk değişecek zaten.

Bütün kadınlar öncelikle kıyafeti, makyajı önemsiyor. Hepsi çok atak, konuşkan. Günseli ile Funda yakın arkadaş olurlar. Ben hepsiyle arkadaş olurum. Oya ile Bahar Korçan birbirlerini çok sevdiler. İlk programdan sonra viski seven sevmeyen de viski istedi, hep beraber içtik. Öpüşerek haftaya görüşmek üzere vedalaştık.

Bu kadar kalabalık bir program yapmanın zorlukları ve kolaylıkları ne?

Egosunu kontrol edebilen insanlarla program yapmak zor değil. Programdaki hiçbir kadının kendini ispat etmeye ihtiyacı yok, bu nedenle ben hiç zorlanmadım. Makyaj ve kuaför organizasyonu ise zor. Bütün kadınların bir ağızdan konuşma, hep beraber lafa atlama ihtimalleri yüksek tabii ama bunu dengelemek için de ben varım zaten. Programda yer alan bütün kadınların konuları ateşleme potansiyeli var.

Kadroda belirleyici etken ne oldu?

Kadınları seçerken farklı meslek gruplarından olmalarına, yaşam tecrübelerinin bol olmasına, ilgi alanlarının geniş olmasına, ekip çalışmasına yatkın olmalarına, farklı görüşlere tahammüllü olmalarına, ekranda rahat konuşabilmelerine dikkat ettik.

İlk programda “birlikte duramaz inanışına inat NTV’de bir araya gelen” kadınların uzun süre birlikte olup olamayacağına dair ne hissettiniz?

Bana kalırsa bu program en az üç yıl devam eder. Kadınların bu dayanışmasıyla, erkekler tükenene kadar program sürer.

10 Kadın’ın Haydi Gel Bizimle Ol ile organik bir bağı olduğunu söyleyebilir miyiz? Mesela Aysun Kayacı’nın yerine Güzide Duran geldi diyebilir miyiz?

10 Kadın, Haydi Gel Bizimle Ol programındaki arkadaşlara benzemiyor. Aysun’la Güzide de benzemiyor. Hepsi çok farklı karakter.

Seçilen konukların gündemle bağlantılı olması konuk seçiminde öncelikli bir belirleyici mi?

Her programda iki yeni kadın bizimle beraber olacak. Bu isimlerin gündemle bağlantılı olmasını tercih ediyoruz.

10 Kadın’la birlikte bir kadın hareketi de başlıyor... Bu kadın hareketinden ne anlamalıyız? Erkeklerin gözü korkmalı mı?

Kadın hareketi denilince siyasi bir anlam yüklemiş oluyorsunuz aslında. Bu siyasi bir program değil. Ama dolaylı olarak her şey siyasidir ve siyasetle bağlantılıdır anlayışına sahipseniz, evet bu bir kadın programıdır ve gündemdeki konuları, kadını, erkeği, erkek-kadın ilişkilerini tartışır. Doğrudan siyasi bir mesajı yoktur ama dolaylı mesajları varsa, seyirci kendi çıkarsamasını yapar diyebiliriz.

Haydi Gel Bizimle Ol programında erkekler dört kadının karşısına çıkmaya çekinirken, burada sayı daha fazla. Erkek konuk bulmakta zorlanacağınızı düşünüyor musunuz?

Kadınları seven erkekler bu programa gelirler. Gelmeyen erkeklere korkak diyeceğim. Erkek konuk seçiminde yaptığı işle öne çıkan ya da adından söz ettiren ya da farklı fikirleriyle gündemde olan erkeği seçmeye çalışıyoruz. Tabii 10 kadının sorularına, yorumlarına karşı hoşgörü gösterecek erkeğin zor bulunduğunu da biliyoruz.

(ntvmsnbc)

Pelikülde 12 Eylül



Yönetmenleri film yapmaya iten duygu genel olarak bir dertleri olmasıdır. Ya diğer insanların dikkatini çekmek istediği bir şey ya da sadece kendisi ile ilgili paylaşmak istediği bir şey vardır. Bazen de bir toplumun ortak bilincini oluşturmuş göz ardı edilemeyecek olayları kendi üslubu ile anlatmak ister yönetmen. Her şekilde eğer bir belgesel izlemiyorsak -ki belgesellerde de bir bakış açısı mevcuttur- bize sunulan en nihayetinde bir bakış açısıdır. Toplumsal bilincin derinlerine inersek Türkiye'de yaşayanların ya konuşmayı pek sevmediği ya da o dönemde yaşadıklarından ötürü -tabir biraz ağır kaçsa da- ''korkulan'' bir dönem vardır; 12 Eylül dönemi. Günümüz gençliği bu dönemi yaşamamış olsa bile kendisine -öyle ya da böyle- kılavuzluk edebilecek materyaller mevcut. Bunların içinde tüketimi en kolay olanı da hepimizin bildiği üzere sinemadır.

Ben 12 Eylül'e sinema seyircisi koltuğundan bakacağım. Darbe aynı zamanda sinemaya da gelmişti ama ilerleyen yıllarda Türk sineması bunun olumlu meyveleri ile karşılaştı.
Geçtiğimiz ay gösterime giren Ömer Uğur'un ''Eve Dönüş'' adlı filmi, 12 Eylül ile ilgili çekilmiş bir film. Türk sinema tarihinde kendisinden önce çekilmiş birçok filmden farkı, bana kalırsa, bu sefer karşımızda ateşli sloganlar atan, düzende bir şeylerin ters gittiğini düşünen veyahut geceleri duvarlara yazı yazan insanlardan ziyade kendi halinde yaşayan bir insan. Hatta filmde bulduğu her fırsatta bu işlerle alakası olmadığını belirten ve alakası olan insanlara dair de pek sempati beslemeyen bir karakter ile karşılaşıyoruz.

Bana kalırsa bu film 12 Eylül'ün sadece ilgililerin değil, aynı zamanda ilgisiz olanların da nasıl başını yaktığını anlatmak isteyen bir film. Sinemasal zevk açısından ne kadar doyurucu olduğu ise başka bir tartışma konusu ama en azından seyircinin herhangi bir 12 Eylül filmi ile kendini bağdaştırmak için o dönemi çok aktif geçirmesi gerekmediği savını destekliyor.

Peki ya öncesi? Ömer Uğur bu filmi çekmeden önce de birçok 12 Eylül filmi görmüştük. ''12 Eylül Filmi'' denildiği zaman ne anlıyorduk peki? Gördüğümüz görüntüler bire bir 12 Eylül ile mi bağdaşmalıydı? Çatışma sahneleri, işkence sahneleri? Ya da 12 Eylül döneminde geçen bir hikâye ve bunun psikolojik yansımaları mıydı? Ben şahsen ikisini de bu kategoriye koyuyorum. Bir olayı sadece kendi varlığı ile ele almaktan ziyade yansımalarını da dâhil ederek daha güçlü bir anlatıma sahip olmak mümkündü ve hatta şiddet unsurlarını göstermeden ama seyirciyi bir şekilde bundan haberdar ederek olayları anlatmak da aynı etkiyi sağlayabilirdi.
Son dönem filmlerden Çağan Irmak'ın ''Babam ve Oğlum'' filmini ele alırsak eğer; önce 12 Eylül'ün sabahında doğum yapan bir anneyi ve daha sonra çocuğun büyümüş, 5 - 6 yaşına gelmiş halini görüyorduk. İlerlemeden önce belirtmek isterim ki Çağan Irmak her seferinde filminin bir 12 Eylül filmi olmadığını belirtiyordu. İnsanlar kendilerine sunulan materyalleri nasıl görmek isterlerse öyle yorumlarlar ve ben ise, yönetmenin aksini söylemesine rağmen seyircilerin bu filmi bir 12 Eylül filmi olarak adlandırmasını da edinilmiş toplumsal bilince bağlıyorum. Filme dönecek olursak eğer, arada geçen yılları görmüyoruz, 12 Eylül'e dair işkenceler, çatışmalar kadrajın dışında kalıyor, filmin başında işkenceye dair sahneler görüyoruz ama 12 Eylül travmasının etkileri bu kadraj dışı görüntüler kadar etkili oluyor seyirci üzerinde, ya da olmuyor. Bu noktada devreye sinemasal zevk giriyor. Daha da geriye gidip Beyazperde adlı sinema dergisinin ''12 Eylül Filmleri'' dosyasını kılavuz alarak devam edersek karşımıza biraz daha değişik bir tablo çıkar. Aslında değişikten ziyade farklı görüşler demek daha doğru olur. Bu dosyanın ne zaman hazırlandığından emin değilim ama içindeki filmler bununla ilgili bir fikir verebilir sanırım. Bu dosya ekine giriş yazısı yazanlardan birisi olan Murat Belge, dönemin filmlerinin 12 Eylül'ün izlerini taşıdığı konusunda hemfikirdi ama yine de henüz 12 Eylül filmi çekilmediğini düşünüyordu.

Belki hala bir 12 Eylül filmi çekilmemiştir, 12 Eylül filminin kriterinin ne olduğuna dair hem fikir olamayacak bir yapıya sahip olduğumuz da göz ardı edilmemeli. Yaşanmış ama üzerine konuşmanın bu kadar tabu olduğu bir konu hakkındaki bu kadar az bilginin aydınlatıcı olması da beklenemezdi sanırım.

Erden Kıral'ın ''Av Zamanı'', Tunç Başaran'ın ''Uçurtmayı Vurmasınlar'', Yavuz Özkan'ın ''Yağmur Kaçakları'', Mesut Uçakan'ın ''Öç'', Sinan Çetin'in ''Prenses'', Mehmed Ün'ün ''Bütün Kapılar Kapalıydı'', Zülfü Livaneli'nin ''Sis'', Ali Özgentürk'ün ''Su Da Yanar'', Melih Gülgen'in ''Kimlik'' ve Ziya Öztan'ın ''Baharın Bittiği Yer'' adlı filmleri bu dosyanın yer verdiği filmler. Bunların Zeki Ökten'in ''Ses'' ve Ümit Efekan'ın ''Darbe'' adlı filmlerinin de adı geçmekte. Yönetmenlere kendi filmlerinin 12 Eylül ile ilişkileri sorulmuş. Mesela Ali Özgentürk'ün Su da Yanar'a gelince: Bana kalırsa bu filmin 12 Eylül'den çok, 14 Temmuz Fransız Devrimi'yle ilgisi vardır (hadi şimdi biraz düşünün). Kısacası, Türkiye gibi bir ülkede ben kendi 8½'umu çektim. Anlasalar da, anlamasalar da…'' şeklinde cevap vermiş. Bunun yanında ''Kimlik'' filminin yönetmeni Melih Ülgen'in anlattıkları ise şöyle; ''Kimlik, yapımcısı olmasına karşın Mahmut Tezcan'ın muhalefeti yüzünden hak ettiği yere gelemedi. Mahmut Tezcan sete gelip ''Komünist film çekmeyin'' diye baskı yapıyordu. Başka bir yapımcı olsaydı ''Kimlik'' bugün bilinen, üzerinde konuşulan bir film olurdu.'' Bu filmlerin dışında aklımıza ilk gelen filmler ''Bir Sonbahar Hikâyesi'', ''Bekle Dedim Gölgeye'', ''Eylül Fırtınası'' oluyor. Filmlerin başkahramanları da değişiklik gösteriyordu. Mesela ''Bir Sonbahar Hikâyesi'' adlı filmde Zuhal Olcay olan bitene dayanamayan bir öğretim görevlisini canlandırırken, ''Bekle Dedim Gölgeye'' filminde ise düzeni değiştirmeye çalışan insanlarla karşılaşmaktayız.
Genel olarak bir huzursuzluk içeren bu filmlerin hepsine baktığımız zaman gerçeği ne kadar yansıttığına mı yoksa seyirciye verdikleri sinemasal doyuma mı bakmamız gerektiği konusunda hala değişik fikirler mevcut.

Bir 12 Eylül filmi sinemasal açıdan çok başarılı olup gerçeklik açısından sınıfta kalabilir mi? Bence kalabilir, ama bu yine de onun değerinden bir şey azaltmaz. Bütün bu savı çürüten bir tek şey vardır ki bana kalırsa o da ''belgesel'' türü adı altında çekilen filmler, materyaller. O zaman filmi masaya yatırıp bir gerçeklik tartışması yapabiliriz. Her filmde dönemi yansıtma konusunda, yönetmen kendi gözünden olan biteni yansıtmaktadır bu da bir filmi diğerinden farklı kılan öğedir.
İlerleyen zamanlarda daha başka 12 Eylül filmleri çekilir mi bilmiyorum, en son izlediğimiz ''Eve Dönüş''ün senaryosunun bundan dokuz yıl önce yazıldığını okumuştum, ondan daha yakın geleceğe baktığımızda ''Babam ve Oğlum'' ile karşılaşıyoruz. 12 Eylül ile ilgili olarak bilinçlerin soğumaya mı bırakılacağını yoksa konu ile ilgili başka bir filmin çekilip çekilmeyeceğini zaman gösterecek.

(Güncel Hukuk Dergisi)

Denize Karşı İzlanda Rüzgarı


16. Uluslararası İstanbul Caz Festivali’nde bu akşam Emiliana Torrini 21.00’da İstanbul Modern’de, Marc Sinan da Nardis Jazz Club’da 22.30’da sahne alıyor

Bazı şarkılar yeniden yorumlanmış halleriyle daha güzeldir. Hatta o kadar güzeldir ki orijinalini dinlediğinizde aklınız yine de yeniden yorumlanmış halinde kalır. Benim Emiliana Torrini maceram da böyle başladı. Adının çekiciliğine kapılıp, I Hope I Don’t Fall In Love With You şarkısı dinlemiştim ve şarkıyı söyleyen kadının sesine hayran kalmıştım. Benim dinlediğim şarkıyı Emiliana Torrini söylüyordu. Benim için yıllarca bu şarkıyı o söylemişti. Ta ki bir gün şarkının aslında Tom Waits’e ait olduğunu öğrenene kadar. Şarkıyı bir de sahibinden dinledim, olmadı. Benim için o şarkıyı hâlâ o narin sesli kadın söylüyordu. Sonrasında biraz araştırınca aslında “Paraya ihtiyacımız yok çünkü genciz, yüzümdeki bütün makyajla sabaha kadar uyanık kalalım” gibi sözlerine pür neşe eşlik ettiğimiz Unemployed In Summertime şarkısının da ona ait olduğunu öğrenmiştim. Hatta bu şarkının aslında Torrini’nin çıktığı turneler sırasında görüp aşık olduğu ve yaşamaya karar verdiği Londra’ya ithafen yazılmış bir havası da vardır.


Zaten Torrini, çıkışını bu şarkının da içinde olduğu 1991’de piyasaya çıkan Love In The Time of Science albümü ile yapmıştı. O zamandan bu zamana Torrini’nin adını hiç duymayanlar ise İzlandalı şarkıcı ile Peter Jackson’ın yönettiği 2002 yapımı Yüzüklerin Efendisi: İki Kule filminin bitiş jeneriğindeki “Gollum’s Song” şarkısıyla tanıştı. 1977 doğumlu şarkıcı, müzik kariyerine yedi yaşında bir soprano olarak başlamıştı. Sopranoluk hayatı ise 17 yaşında bir müzik yarışmasına katılıp I Will Survive şarkısını söyleyene kadar devam etti. Bir dönem babasının İzlanda’daki dükkânında garsonluk bile yapmış olan Torrini, kariyeri boyunca Buffy The Vamire Slayer, Grey’s Anatomy ve One Tree Hill gibi dizilere de şarkı yaptı. Torrini, Kylie Minogue ve GusGus gibi isimlerle de birlikte çalıştı.


2005’te Fisherman’s Woman albümünü çıkaran Torrini, son albümü Me and Armini’yi ise 2008’de yayınladı. Torrini’nin müziğindeki değişimi ise albümlerdeki farklı tarzları ile özetleyebiliriz.

(Taraf Gazetesi)

Gardel'in Gölgesinde bir Tango Aşığı


Siz hiç bir müzikali okudunuz mu? Can Yayınları'ndan çıkan ve Federico Andahazi'nin yazdığı Gölgedeki Gezgin size bu fırsatı veriyor

İspanyolca aslından Saliha Nilüfer'in çevirdiği kitap Buenos Aires'te efsane olan Juan Molina'yı anlatıyor ama aynı zamanda biraz tango dendiğinde ilk akla gelen isim olan Carlos Gardel'den, biraz da bu ikiliyi bir araya getiren, masmavi gözleri ile erkeklerin yüreğini hoplatan Ivonne'dan bahsediyor.
Aslında Molina tersanede bir şoför, Royal Pigalle'de bir güreşçi ve Carlos Gardel'in şoförüydü ama en çok da ağzını bile açmadan fahişelik yapan Ivonne'a dünya güzeli tangolar söyleyen adamdı. Nasıl ki tango kelimesinin yanına Carlos Gardel'in adı konuyorsa, Juan Molina'nın ne kadar iyi bir tango şarkıcısı olduğu dile getirildiğinde de her zaman "Gardel'den sonra" cümleciği ekleniyordu. Gardel'in gölgesinde kalan bir isim olarak anılan Molina da kendi şöhretini sürdürebildiği, bir kral gibi karşılandığı bir yere sahipti aslında, sadece müdavimleri istese de değişemiyordu o kadar.

Molina her ne olursa olsun şarkı söylemişti. En zor anında da en mutlu anında da onu ayakta tutan şarkı söylemek olmuştu. Kitapta birçok sahne Molina'nın sesini duyunca bir müzikalden fırlamışçasına bir anda işini gücünü bırakıp tango yapmaya başlayan insanların tasviriyle süsleniyor. Bir yanda Molina'nın kelimelerle tarif edilemeyecek kadar âşık olduğu tangonun ötesinde bir aşkla sevdiği Ivonne... İspanyolca'yı Gardel'in "Volver" şarkısı ile öğrenmiş Ivonne... Bir yanda da sonuna kadar sadık kalacağına söz verdiği Carlos Gardel. Eksenini Molina üzerinden çizse de Gardel hakkında da birçok şey anlatan kitapta aşk ve verilen sözlerden dönmemek pahasına yeniden şekillenen hayatlar karşılıyor okuyucuyu.
2004'te yazılan Gölgedeki Gezgin, Buenos Aires doğumlu yazarın Türkçe'de yayımlanan dördüncü kitabı. Daha öncesinde yazarın Güncel Yayınları'ndan Anatomist ve İksir, İş Bankası Yayınları'ndan ise Prens adlı bir kitabı yayımlanmıştı. Andahazi bugüne kadar sekiz kitap yazdı ve içlerinden birisi hepsinden ayrı bir yerde duruyor; Anatomist.

Aslında psikanaliz eğitimi almış olan Andahazi 16. yüzyılda yaşamış bir anatomi uzmanı ile ilgili bir roman yazdı. Bazıları bu kitabı yazar için bazıları da yarattığı skandallar yüzünden merak edip okudu. Kitap cesetleri incelerken klitorisin işleyişi ile ilgilenmeye başlayan ve ardından da bu araştırmasını Venedikli fahişelerle yatakta sürdüren anatomi uzmanını anlatıyordu. Konusu itibariyle toplumun değerlerini taşımamakla suçlanması skandallar silsilesinin başlangıcıydı. Bu skandallardanr sonra ise yazarın ismi edebiyat çevrelerinde sıkça anılmaya başlandı.
Anatomist, Fortabat Vakfı'nın verdiği Arjantin'den çıkan ilk en iyi roman ödülünü almıştı. Ama sponsor olan zengin iş kadını Amalia Lacroze de Fortabat ödül törenini iptal ederek, yazara ödülü vermekten vazgeçmişti. Eserin insan ruhunun en yüce değerlerini yükseltmediğine karar verilmişti ve bu yüzden yazar, Amalia Lacroze de Fortabat, Maria Angelica Bosco, Raul H. Castagnino, Jose Maria Castiñeira de God, Maria Granata ve Eduardo Gudiño Kieffer'den oluşan jürinin kararını kabul etmemişti. Bu yeni karar ise ifade özgürlüğü üzerine bir tartışmaya yol açmıştı. Ama yine de zengin iş kadını ödülü olmasa da 15 bin dolarlık nakit ödülü Andahazi'ye istemeye istemeye vermişti.

(Taraf Gazetesi)

İnternet Günlükleriniz Ödülsüz Kalmasın

Eray Endeş’in kurduğu Türkiye’nin ilk ve tek blog reklam şebekesi olan Bloglama tarafından organize edilen “Blog Ödülleri 2008” son yıllarda Türkiye’de de birçok kullanıcısı olan internet günlüklerine yani namı diğer bloglara her yıl geleneksel olarak çeşitli kategorilerde ödül dağıtmayı amaçlıyor.

KATAGORİYE GÖRE OYLA

Oylamanın internet kullanıcıları tarafından gerçekleştirileceği yarışmanın kategorileri eğlence, haber-gündem, hobi, iş dünyası, kişisel, komünite/topluluk, kültür sanat, reklam/pazarlama, spor ve teknolojiden oluşuyor. http://2008.blogodulleri.com/ adresine giderek kayıt olduktan sonra hemen oylamaya geçebiliyorsunuz. 5 mayısta sona erecek oylamada, kullandığınız oyların aktif hale gelmesi için de tek yapmanız gereken mail adresinize gelen linke tıklamak. Sonuçlar ise 10 mayısta Galatasaray Üniversitesi’nde saat 20.00’de düzenlenecek bir törenle açıklanacak. Tören öncesinde saat 16.00’da çeşitli blogger’ların konuşma yapacağı Blog Konferansı da düzenlenecek. Konferanstaki konuşmaların başlıkları ise şöyle: “Çok ünlüydü, blog yazmayı neden bıraktı? / Komünite blogları nasıl oluşur? / Bloglarla pazarlama / Kişisel başarı öyküleri”

İNTERNET SEKTÖRÜ İLERLESİN
Türkiye’deki blogların hem içerik hem de teknik açıdan gelişmesine yardımcı olmak adına düzenlenen Blog Ödülleri aynı zamanda internet sektörünün de ilerlemesini amaçlıyor.

(Taraf Gazetesi)

Yaşamış, Yorgun ve 30’larında Hisseden Kırkaltı




Yeni albümleriyle Türk rock’ına bir halka daha ekleyen Kırkaltı hem yaptığı müziğe hem de kendilerine inanıyor. Onların hikâyesi bu albümdeki şarkılarda gizli

Birçok festival ve bahar şenliğine katılan Kırkaltı mart sonu çıkardığı albümüyle sonunda raflardaki yerini aldı. Emrah Kara, Barlas Tan Özemek, Gürkan Bozacı ve Onur Öztürk’ten oluşan Kırkaltı, ilk kliplerini Cümle Alem adlı şarkılarına çekti. Klibin yönetmeni Tolga Avcıl aynı zamanda Kırkaltı’nın menajerliğini de yapıyor. Albümün çıkmasıyla televizyonda klibi de dönmeye başlayan ve ikinci kliplerini Melek adlı şarkılarına çekme kararı alan Kırkaltı’nın albümü Pİ Müzik’ten çıktı.

Pİ Müzik; Kırkaltı, Çilekeş ve Tolga Avcıl’ın kurduğu bir platform. İleride geliştirmeyi planladıkları bu platform müzik gruplarının albümlerini kendilerinin yapıp satması ve sonuçta gelirin de müzisyenlere kalmasını amaçlıyor. Kırkaltı platformu şu sözlerle açıklıyor; “Bu plak şirketlerinin politikalarına karşı bir duruş.”

Önümüzdeki yaz ikinci albüm hazırlığına gireceklerini söyleyen Kırkaltı üyeleri albümlerinin çıkmasıyla ilk başta bir şaşkınlık yaşadıklarını kabul ediyor. Eleştirenler arasında şarkıların eski versiyonlarını özlediklerini söyleyenler olsa da Kırkaltı geldiği noktadan ve yaptığı müzikten gayet memnun. Yaratıcılık açısından kendilerine bir sınır koymadıklarını söyleyen üyeler, ne hissediyorlarsa onu yaptıkları ve duygusal olarak neden etkileniyorlarsa o çıkış noktasıyla söz ve müzik yaptıkları noktasında birleşiyor. ?u anda grubun dört üyesi de zamanının hepsini müziğe ayırmak için işinden ayrılmış durumda.

Ayrı ayrı anılmaktan ziyade Kırkaltı olarak, bir bütün olarak anılmayı tercih ediyor ve yaptıkları işten bir bütün olarak memnun olduklarının altını çiziyorlar. O yüzden albümün künyesinde bütün söz ve müziklerin karşısında “Kırkaltı” yazıyor.

Bana kalırsa albümdeki en değerli şarkı Güz Bulutları. Kırkaltı’nın o zamanki üyelerinden Eren Türkeri ve Emrah Kara bu şarkıyı Kasım 2006’da İsrail’in Güz Bulutları adını verdiği bir operasyonun ardından yazmışlardı. ?arkı operasyonda hayatını yitiren bir çocuğun ağzından ağıt şeklinde yazılmıştı.

Albümde bir diğer sürpriz ise Özkan Uğur’dan aldıkları Olduramadım adlı şarkı. Olduramadım’ın da dâhil olduğu albüm kayıtlarını bir yılda İTÜ’nün MİAM stüdyolarında yaptıktan sonra Özkan Uğur’un menajerine göndermişler. Kaydı beğenen Uğur’la bir araya gelen ve konseptlerini, ne yapmak istediklerini anlatan Kırkaltı, şarkıyı birkaç değişiklikle kullanma izni almış. Hatta grubun son albümünün isminin olmamasının fikir babası da Uğur. “İsimsiz olsun, insanları kısıtlamayın” diyen müzisyen sayesinde albüm sadece Kırkaltı adıyla çıkmış.

Albüm çıktıktan sonra bütün şarkıların sözlerini bir araya getirip baktıklarında sözlerin yaşamış, yorgun ve 30’larının başında bir adamın hikâyesi olduğunu görmüşler. ?arkıların sözleri pişmanlıkları, geleceğe dair umutları, hayatla ilgili derdi olan adamı, aslında Kırkaltı’nn bütününü ifade ediyor. Kapakta fotoğrafı bulunan Osman Kaytazoğlu ile tanıştıklarında o adamın suretiyle karşılaştıklarını düşünmüşler. ?arkı sözlerinin el yazısıyla olmasının sebebi de aslında bu. Adamın kendi hayatına ve yaşamışlıklarına dair yazıp çizdiği şeyler, tuttuğu notlar ve hatta zihninde canlanan çizimler bunlar. Bu yüzden şarkı sözleri arasında Olduramadım yok, çünkü sözler bu adama ait değil. Albümün arka kapağındaki ayna ise albümü elinde tutan kişinin bir bakıma o adam olmasını, bu albümü almayı tercih etmiş herkes oluyor. Kırkaltı bu yolda kendilerine yardım eden birçok insanın arasından üç ismi anmadan geçmiyor: Ercüment Subaşı, Özkan Uğur ve Tolga Avcıl.

Melek adlı şarkıda Çilekeş grubundan Görkem Karabudak, Dipsiz’de ise Dorian grubundan İlkin Kitapçı ile çalışan Kırkaltı, 10 mayıs cumartesi akşamı saat 20.00’de Kadıköy Halk Eğitim Merkezi’nde Çilekeş ile sahneye çıkacak.

(Taraf Gazetesi)

Rock Müziğinde Yeni Bir Zerre



Türk rock tarihinin en `baba` isimlerinden birisi olarak anılan Replikas bu klişe sözleri bir kenara bıraksak da yine de değerinden ve kalıcılığından hiçbir şey yitirmeyen, hatta bitmek tükenmek bilmeyen üretkenliği ile seyircisini sürekli doyuran tek grup, en azından benim nazarımda. Gökçe Akçelik, Barkın Engin, Orçun Baştürk, Selçuk Artut ve Burak Tamer`den oluşan Replikas, şimdi bu üretkenliğin kendi müzikal tarihlerinde doruğa ulaştığı ve dinleyicisinin yine masadan tok kalktığı bir albümle bizi selamlıyor: Zerre

1993`te kurulan ve müziklerini avant-rock olarak tanımlayan Replikas, 15. yıllarında beşinci albümleri Zerre`yi Peyote Müzik`ten çıkardı. Albümün tüm müzik prodüksiyon ve miks süreçleri Replikas tarafından gerçekleştirilirken, mastering`i New York`taki West West Side mastering stüdyolarından yapıldı. Albümde Replikas hayranlarını hayal kırıklığına uğratmayacak birbirinden güzel 12 parça bulunuyor. Bu albümü diğerlerinden farklı kılan sadece grubun `olgunluk dönemi` çalışması olarak kabul edilmesi değil. Zerre`nin kayıtları Gökçeada`da eskiden yarı açık cezaevi olan ve stüdyoya dönüştürülen bir binada gerçekleştirildi. Bu sayede farklı deneyimleri sonucu elde ettikleri zengin müziği paylaşan Replikas yine dinleyicisini şaşırtmayı başardı.

Müzikleri kadar şarkı sözleri ile de birçok gruptan ayrılan Replikas`ın yeni albümünde üyelerin felsefi ve edebî yaklaşımlarına rastlamak mümkün. Zerre aynı zamanda kullanılan dil ve kavramlarla da Replikas`ın diğer albümlerinden farklı bir yerde duruyor. Albüme adını veren ikinci parça Zerre`nin birkaç dizesi ise şöyle: `Güneş doğar, ay bir yere gitmez, Bilen bilir, ışığa bakan görmez, Zerredir belki, ama yok denilmez, Can ile baş, kanla bir olmuş.` Albümde dikkat çeken şarkılardan biri de Dulcinea, Miguel de Cervantes`in meşhur romanı Don Quijote geliyor hemen akıllara; `Bir masal ki tam dillenmez, hiç kötü bitmez.` Gerçek adı Aldonza Lorenzo olan Dulcinea, Don Quijote`nin âşık olduğu kadındır ama onu ne görmüştür ne de konuşmuştur: `Bir yoldur ki ölüm bilmez, Elleri bilmez, Bir ihtimal asla olmaz, Hiç unutulmaz.` Ve Replikas sözlerde yine dillere dolanacak kelimeleri birbiri ardına sıralamıştır: `Yokluğuna varlık dayanmaz.` (Tırnak içindeki sözler, Replikas`ın Dulcinea şarkısına aittir.)

1993`te kurulan Replikas, sayısız müzik festivalinde Türk seyircisi ile buluşmanın dışında Hollanda, Macaristan, Almanya, İtalya ve Bulgaristan`da konserler verdi. Village Voice ve Wire gibi hatırı sayılır müzik dergilerinde olumlu eleştiriler alan Replikas, uluslararası alanda da kendisine kemikleşmiş bir kitle oluşturmuş durumda. 15 yıllık tarihlerinde sırasıyla 2000`de Ada Müzik`ten Köledoyuran, 2002`de yine Ada Müzik`ten Dadaruhi, 2005`te Doublemoon`dan Avaz ve 2006`da Pozitif`ten FM albümlerini çıkardılar. Albüm çalışmaları ve konserlerin yanı sıra Türkiye`nin önde gelen yönetmenlerinden Serdar Akar`ın Maruf ve Kutluğ Ataman`ın İki Genç Kız filmlerine müzik yaptılar. Hatta İki Genç Kız`a yaptıkları müziklerle 2006`da SİYAD En İyi Film Müziği`ni aldılar. Replikas müzikte yarattıkları farklı yaklaşımlar ve sahne performanslarıyla da Fatih Akın`ın İstanbul Hatırası adlı belgeselinde de yer aldı.

(Taraf Gazetesi)

Tencere tava müziğe girerse


Gürültüyü müziğin içinde kullanarak doğaçlama melodiler oluşturan d2gg çalışmalarına her türlü sesi katabiliyor

Daire 2: General Gromofon’un, adından mütevellit farklı bir müzik anlayışları var. Daha doğrusu farklı bir müzik yapma alışkanlıkları var, çünkü onlar müziği gerçekten oluşturuyorlar. d2gg başka isimler altında müzik çalışmaları yapmış olan Gökhan Goralı ve Gökhan Deneç’in 2006’da son şeklini verdikleri bir proje. Bu akşam Peyote’de sahne alacak olarn d2gg, 2003’te Güven Çatak’ın yönettiği K’nın Dosyası adlı kısa filmin müziklerini yapmanın yanı sıra 2004 Einstürzende Neubauten İstanbul konserinin açılış performansını gerçekleştirdi. Grupla konser öncesinde konuştuk...

Doğaçlamanın ruhuna inanan d2gg nerelerden besleniyor? Kendi seslerini oluşturmak için hangi sesleri kullanıyor?

Doğaçlamayı bir yordam olarak içselleştirmişiz, ruhuna inanmaktan ziyade, o ruha tanık olmuşuz, anlamını, oldurabileceklerini gördükten, tadını bir kere aldıktan sonra, su yolunu bulur misali izlek olmuş bize.
Kokunun öyle bir gücü vardır hani, bir koku gelir burnumuza, alır bizi zaman içinde belirli bir ana, ortama gönderir, hatıraları canlandırır. Biz de seste bunun peşindeyiz. Çocukluktan bu yana yaşadığımız mahallelerde, geçtiğimiz sokaklarda, tanıdığımız insanlarda, bazı sahneler ile bazı seslerin örtüştüğünü öngörüyoruz. Bu bağlamda karşılaştığımız her ses, kendi kavramsallığı içinde bizi besliyor, her fikir kendi sesini çağrıştırıyor.
Ses dünyamızı oluştururken kaygıdan uzak, elimizde imkân dâhilinde o an ne varsa ondan yola çıkıyoruz. Amaç ses olduğu için, ses çıkaran her şey araç oluyor bizde. O an için bir klasik gitar da olabilir, az önce yemek yaptığımız tencere kapağı da, eski bir radyo da.

Peki, kullandığınız müzik aletleri ve diğer ekipmanlar neler?

Yola çıktığımız yer, mutfağımız, ev çalışmaları ve ev kayıtları. Fikirler, fikirleri oluşturabilecek alt fikircikler, bu ortamdan çıkıyor ve birikiyor zamanla. Evde elimize geçen her şeyi kullanıyoruz. Ama öncelikle saymamız gereken şey, radyo. Radyo hissi, yalnızlığı, beklentiyi, sürprizlere açık olmayı, ulaşabilir ama ulaşılamaz olmayı anlatıyor bizde. Bir çıkış noktası, dünyaya açılma aygıtı bir yandan. Radyonun içinden ulaştığımız o muhteşem kafa karışıklığı, anlamlı ve anlamsız gelen sesler, gürültüler, diller, müzikler bizim için ilham verici. Bazen çok net çeker o istasyonu, bazen de bir türlü netleşmez, anlaşılmaz bir hal alır. Bir de dijital dünyanın getirdikleri/götürdükleri tabii, bilgisayarlarla iç içeyiz, davranışları, kolaylıkları, sorunları ile birlikte yaşıyoruz, birbirimize girişmiş şekildeyiz adeta.

Yaratma süreciniz nasıl işliyor peki? Sesleri kaydedip hemen işliyor musunuz yoksa bazı kayıtların uzun süre yattığı oluyor mu?

Sesleri oluşturmaktan kayda düşesiye kadar birçok şey doğaçlama mecrada ilerliyor. Önce kullanacağımız sesleri kaydediyoruz. Sonra bu kayıtları alıp evirip çeviriyoruz, başkalaşıma sokuyoruz. Yani üretimdeki çekirdek kısım bilgisayar karşısında geçen zamanda oluşuyor.
Ortam sesleri var bir de, hemen önümüzde, arkamızda var olanlar. Bazen müziklerimize başkaları eşlik ediyor, biz bile farkında olmuyoruz. Evde gitar kaydı yaparken dışarıda oynayan çocukların sesi kayda giriyor ve bunu çok sonra keşfediyoruz mesela. Ya da konserde seyircinin içine, sokağa mikrofon gizliyoruz, bunları tekrar çalıyoruz, insanlar o sesleri bizim çıkarttığımızı sanıyor, oysa ki hepimiz o anda var oluyoruz.

Yaptığınız müziğin aurası o ana özgü ve orada olup bitiyor, dolayısıyla hiçbir performansınız bir diğeriyle aynı olmuyor?

Radyo örneğindeki gibi, yabancı bir istasyon bulmuşsunuzdur, müzik bulmak istersiniz bir konuşma çıkar, nece konuştuklarını anlamak istersiniz hoop araya müzik girer, ne çıkacağını bilemezsiniz. Her performansın birbirinden farklı olmasını evet, önceden tasarlıyoruz, fakat rastlantısallığı ortadan kaldırmadan, mutlak bir tasarım içine sıkıştırmadan.
Diğer yandan kemikleşmiş bir yapımız yok, renkten renge geçip kabuk değiştirebiliyoruz, bugün bilgisayarlar önünde oturup size 10 dakika vızıltı dinlettiysek, yarın bambaşka bir halde karşınızda olabiliriz.

Ek kadro dışında birlikte sahne aldığınız birileri var mı? ya da yolda olan bir proje var mı?
Kafada proje bitmiyor tabii, önemli olan hayata geçirebilmek. İki Gökhan olarak çalıyoruz, benzer kafada buluşabileceğimiz herkesle de çalmak isteriz. İster peynir tenekesi çalsın, ister sakız jelatini.

(Taraf Gazetesi)

Beyaz Atlı Prens Boşuna Gelme



Bu yıl sekizincisi düzenlenen !f İstanbul AFM Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali'nde kısalar kategorisinde "Mahrem Muhabbetler: Türkiye'den Kısalar" bölümünde Aykut Atasay, İzlem Aybastı ve Zeliha Deniz'in yönettiği "Beyaz Atlı Prens Boşuna Gelme" adlı belgeseli gösterildi. Belgesel Türkiye'de bir tabu haline gelmiş ve üzerine pek belgesel çalışması yapılmamış bir konuyu ele alıyor: Türkiye'deki eşcinsel ve biseksüel kadınların toplum içindeki temsili. Senaryosunu Serap Akçura, Aykut Atasay, İzlem Aybastı, Yeşim Başaran, Zeliha Deniz, Rüzgar Gözüm Gökçe, Evren Savcı ve Ceylan Begüm Yıldız'ın yazdığı belgeselin yapımcısı ise Lambdaistanbul LGBTT Dayanışma Derneği.

-Hepiniz Lambdaistanbul LGBTT (Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Travesti, Transseksüel) Dayanışma Derneği üyesisiniz. Bu durumun filmi çekmenizde bir katkısı oldu mu?

İzlem: Olduğu söylenebilir. Lambdaistanbul'un yaklaşık olarak 15 yıllık bir tecrübe birikimi var. Oraya her gelen insan kendisinden bir şeyler katıyor, kendi tarihini başka insanlara aktarıyor. Dolayısıyla insanlar cinsel yönelimlerine dair hangi noktalarda sıkıntı yaşıyorlar, yaşanmak istenen ne çok rahatlıkla görebililiyorsunuz. Mesele, bunları bütünleştirip, biraz derleyip toparlamaya kalıyor. Bizler de Lambdalı kadınlar olarak, kendi gözümüzden kendi tecrübelerimizi filme aktarıp, bunları paylaşmaya karar verdik.

Aykut: Cinsel yönelim kimliğimin, böylesine heteroseksist ve ataerkil bir toplumda sosyo-politik bir sorun olduğunu anlamam, üzerine düşünmem ve işler üretmem konusunda Lambdaistanbul en büyük itici ve destekçi güç olmuştur. İzlem'in de dediği gibi, hem dernek çatısı altında hem de derneğin açtığı kapılar, imkanlar doğrultusunda bambaşka günlük hayat deneyimlerini, toplumsal sorunları kanlı canlı görebiliyor, hissedebiliyorsunuz. Tam da LGBTT hareketin, LGBTT bireylerin görünürlük ve temsil sorunları konusunda üretken olmasının kaçınılmaz olduğu bir dönem. O yüzden özellikle aktivistler bunca tanık olduğu ve içselleştirdiği sorunları bir şekilde kağıda dökmeli, kameraya almalı ya da yüz yüze diyalog geliştirmeli insanlarla.

-Daha önce eşcinsel kadınlarla ilgili çok fazla belgesele rastlanmamıştı. Bu konuya yönelmeniz de sizi motive eden süreçler neydi?

İzlem: Evet, hatta hiç yok. Yaşanan sorunlar çok boyutlu ve sıkıntı yaratır durumda. Hayatın her alanında da ciddi bir temsiliyet sorunu var. Kadınları seven bir kadının, bu gerçeğini görmemesi için tüm duvarlar örülmüş durumda. Öyle de oluyor. Kendinizi tam olarak fark edemeden ama ben neyim, kimim diye şüphe duyarak yaşantınızı sürdürmeye çalıştığınız uzun yıllar düşünün. Yani bir kadının "Ben lezbiyenim, kadınları seviyorum" demesi hiç kolay bir şey değil. Eşcinsel kadınların bir nebze olsa "Ben varım" diyebilmelerini sağlayabilirsek ne mutlu bize.

Aykut: Evet, sorun zaten olmaması, olamaması! Birilerinden de olmasını beklemek ne kadar gerçekçi, o da ayrı bir soru. Cinsel yönelim kimliklerini politik bir sorun olarak gören insanlar bu tarz konularda işler üretmiştir ilk olarak. O yüzden anca 2009 yılında, çekinmeden "Ben eşcinselim" diyebilen kadınlar bir iş çıkartıyorlarsa, bu da çok şey söylüyordur bu coğrafya hakkında.

-Belgesel fikrinin oluşmaya başladığı günden çekimlerinin yapılıp filmin son halini aldığı sürece kadar, kendinizde ne gibi değişimler ve gelişimler olduğunu fark ettiniz? Film size ne kattı?

İzlem: Filmin politik alt yapısının geliştiği süreç, kendimi güçlü hissetmemi sağladı. Süreç içinde bir kez daha fark ettim ki her tecrübe birbirine çok benziyor. Herhangi bir eşcinsel kadının yaşadığı açılma sorunu, benim yaşadığımdan farklı değil ya da ailesiyle açık ve barışık hayat süren bir eşcinsel kadının yapabildikleri de benim olmasını hayal ettiğim şeylerden birisi aslında. İşte bunları görebilmek, kendinizi daha iyi anlamanızı sağlıyor ve gerçekten iyi hissediyorsunuz.

Aykut: Açıkçası şu zamana kadar, beni LGBTT bireyler üzerine belgeseller yapma motivasyonunu sağlayan yegane şey, film sürecini deneyimle isteği idi. O yolculuk "başka" bir yolculuk. Eşcinsel erkek kimliği üzerine henüz bir şey üretmemem de tam da bu yüzden sanırım. Trans kadınlar, eşcinsel kadınlar, Bursa'da yaşanan olaylar, Eryaman... Okuyorsunuz, araştırıyorsunuz, yeni insanlar tanıyorsunuz, üzerine hiç düşünmediğiniz kadar düşünüyorsunuz, omuz omuza verip ortaya bir ürün çıkartıyorsunuz. Değişim ve gelişim sadece film sürecinde de değil, filmin gösterim yolculuğunda da devam ediyor tabii. O kadar çok kapı açıyor ki çünkü.



-Kadın olmanın ve eşcinsel bir kadın olmanın çok da kolay olmadığı Türkiye gibi bir coğrafyada bu konuya eğilmekte hiç çekince yaşadınız mı ya da engellerle karşılaştınız mı?

İzlem: Filmde oynayacak olan kadınların açıklık sorunlarının olup olmaması bizi düşündürdü. Eşcinsel olduğunu açıkça ifade eden çok kadın olamadığı için, bu bizi zorladı. Bu çok anlaşılabilir bir şey elbette ki. Ama artık yavaş yavaş da birbirimizin elini tutmaya başlamamızın, sesimizi yüseltmemizin vaktidir sanki.

Aykut: Açıkçası, LGBTT bireylere dair işler üretme konusunda artık herhangi bir sıkıntının yaşanmayacağı bir dönemdeyiz. Cidden, hikayelerini paylaşmak isteyen insanların sayısı hiç de az değil. Sadece bir insanla da bir iş çıkartılabilinir, elli kişi ile de görünür olabilen. Yeter ki, üşengeç ve korkak olmayalım işi üretenler olarak.



- Belgeselde "Eşcinsel deyince erkeklerden bahsedildiğinin düşünülmesi" önyargısına değiniliyor. Çalışmanızın bu konuda bir değişiklik sağlayacağını umuyor musunuz?

İzlem: Erkek olmanın matah sayıldığı bir kültürde yaşıyoruz. Dolayısıyla bunun arkasına kuyruk misali takılan sıfatlar da bir o kadar nitelikli olmuş oluyor. Kadın olmaksa daha çok hakkında susulup sessiz kalınması gereken bir şeymiş gibi görülüyor. Yani, insanların aklına erkeklerin eşcinsel olduğu geliyor iyi veya kötü bir biçimde ama kadınların eşcinsel olabileceği düşünülmüyor bile. Elbette ki bu durum eşcinsel kadınların görünürlüğü arttıkça ve toplulumuzun erkek olmaya dair yüklediği anlamlar kırıldıkça gelişecek bir durum. Öyle de oluyor.

Aykut: O kadar sık duyuyoruz ki, "eşcinseller ve lezbiyenler".. Bir çalışma elbette yetmez bir çok şeyi değiştirmeyi, ama tetikleyici güç olabilir yeni üretimler için. Zaten filmin metnine güveniyorum, bu sorunsalı iyi işlemesi açısından.

-Film izlendiğinde, insanların akıllarında neyin canlanmasını umuyorsunuz?

İzlem: Ben kendi adıma insanların hep bir ağızdan eşcinsel kadınlar vardır diye bağırarak sokaklarda koşturmalarını hayal ediyorum film sonrasında. Eşcinsel kadınların varoluşlarına daha çok sahip çıkmaları gerekliliğinin zihinlerinde şimşek gibi olmasa da çakmasını ve filmi izleyen her insanın da eşcinsel bir kadına yaklaşımının nasıl olduğunu; homofobik, cinsiyetçi olup olmadığını aklından şöyle bir geçirmesini istiyorum.

Aykut: Erkekler, lezbiyen pornosu izlerken sanırım bir kez daha düşünecekler..

-Film size göre, eşcinsel kadın hareketi üstünde ne gibi bir etki yaratacaktır?

İzlem: Eşcinsel kadın hareketi için itici bir güç olmasını umut ediyorum. Hareketin içinden pekçok kadın bu filmde yer aldı, emek verdi. Bu film eşcinsel kadınlar olarak Türkiye'de katettiğimiz yollar üstünedir. Bunu bu belgeselle daha net görebiliyoruz şimdi. Bir sonraki adımımız da," bunu biz yaptık, bu bizim eserimizdir" diyip sürece daha bir sıkı bağlanmak. Yani kadınlar olarak birbirimize daha çok sahip çıkıp, haklarımız ve hayattan beklediklerimiz için daha güçlü bir biçimde mücadele yürütmeliyiz.

-Filmin adının bir hikayesi var mı?

Yeşim:"Beyaz atlı prens boşuna gelme" sloganını bir kaç yıl önce katıldığımız bir 8 Mart yürüyüşünü öncesinde türetmiştik. Yürüyüşte herkes bu sloganı çok beğendi. Sadece bizim kortejde değil, pek çok kadın örgütünün kortejinde de ve devam eden yıllarda da atılageldi bu slogan. Kadınların ayakta durmak için kurtarıcı bir erkek rolüne ihtiyacı olmadığı fikri herkesçe çok ortak çünkü.

Zeliş: Ayrıca bu slogan filme de sorunsal olarak konu aldığımız lezbiyen kadın görünmezliğine karşı 8 Mart'ta ilk defa kadınların kendilerini görünür kıldıkları bir slogan.

(Taraf Gazetesi)

Kıyak faili meçhul ise güzeldir


Toplumca çileden çıktığımız şu günlerde çıkar düşünmeksizin, tanımadığı birinin “kıyak” yaparak gülümsemesini sağlamak isteyenlere “Faili Meçhul Kıyak” kartları biçilmiş kaftan

Trafiktesiniz, arabalar ilerlemiyor, radyoda sevdiğiniz hiçbir şey çalmıyor. Gişelere geldiğinizde gişe görevlisinin size sırıttığını fark ediyorsunuz. Ne için sırıttığını anlamaya fırsat kalmadan paranızı uzatıyorsunuz ve o da size bir “Faili Meçhul Kıyak” kartı uzatıyor. Sizden önceki aracın şoförü sizin ücretinizi çoktan ödeyip gitmiş, size de karttaki kadar büyük bir gülümsemeyle yolunuza devam etmek kalmış.

“Faili Meçhul Kıyak” kartının fikir babası Tunç Kılınç olayı aslında gayet güzel açıklıyor: “Çıkar düşünmeksizin kıyak yapmak ve o kişinin mutlu olmasını sağlamak.” Bunu bir oyun olarak gören Kılınç’ın fikri gayet basit işliyor; “www.fikiratolyesi.com” adresine girip bu kartlardan ediniyorsunuz, sonra kendinize bir kıyak belirliyorsunuz. Ardından da kafanızdaki kıyağı gerçekleştirip, failinin meçhul kalması şartına sadık kalarak bu kartı bırakıyorsunuz.

Sitede kimi fikirler de önerilmiş: “Yaz sıcağında kalabalık bir belediye otobüsünün içinde bahsi geçen kart iliştirilmiş buz gibi bir kasa kolayı unutmak ya da birinin posta kutusuna gelen faturayı ödeyip, sonra da faturayı makbuz ve kartla beraber posta kutusuna geri koymak gibi...” Kulağa ilk anda çılgınlık gibi gelse de sağdan soldan sürekli ateş isteyen birine, tuvalete gittiğinde masasına bir çakmak bırakandan, okul kantininde boş bir masaya kartla beraber çay fişi bırakana kadar birçok insan, tanımadıklarının yüzünü güldürüyor.

Fikir babasından bir örnek

Kartların fikir babası Tunç Kılınç kendi gerçekleştirdiği bir kıyağı paylaşmış sitesinde: “10 kişilik bir gruptuk. Metro istasyonundaki kapalı gişenin önüne bir adet kartla birlikte jeton bırakıp, 20 metre kadar uzaktan merakla izlemeye başladık. İki-üç dakika kimse görmedi jetonu. Sonra açık gişenin önündeki sırada bekleyen 19-20 yaşlarında bir çiftin dikkatini çekti.

Çocuk sıradan çıkıp karta yöneldi. Bombaya bakar gibi bakıyordu. Sonra kartı alıp okudu ve yüzünde harika bir gülümseme belirdi. Ardından jeton ve kartı alıp meraktan çatlayan kız arkadaşının yanına gitti, birlikte okudular. İkisinin de şaşkınlık ve mutluluğunu görmeliydiniz. Sıra kendilerine gelince tek bir jeton aldılar. Önümüzden geçerken çocuk kartı cüzdanına yerleştiriyor ve kız arkadaşına ‘Süper bir şey bu. Şahane! Biz de bu gece mutlaka başka birisine bunu yapmalıyız’ diyordu...”

(Taraf Gazetesi)

Metroda her an karşınıza bir grup ‘çılgın’ çıkabilir...


New York’ta kendilerine “Flash Mob” diyen bir grup insanın biraraya gelip yaptığı ‘çılgınlıklar’ internette izlenme rekorları kırarken, bu adrenalini çok da uzaklarda aramaya gerek kalmadı. Artık İstanbul’dalar

ABD’nin New York şehrinde birbirini tanımayan bir grup insanın biraraya gelerek yaptığı ‘çılgınlıkları’ internetteki video paylaşım sitelerinde izledik. Kendilerine “Flash Mob” diyen ve birbirlerini “Improv Everywhere” adlı organizasyon vasıtasıyla bulan bu insanlar bir anda bir mekânda belirip bir şeyler yapıp dağılıyordu. Mesela bir metro istasyonunda bir film sahnesini andıracak şekilde aynı anda dans etmeye başlıyor ve sonra da dağılıyorlardı...
Artık bu adrenalini çok da uzaklarda aramaya gerek kalmadı. Hepimiz gibi bu videoları izleyen Ertuğrul Koca da “eğlence topluluğu” İstanbul Flash Mob’un fikir babası oldu.

Şaşkın bakışlar arasında dans

Koca’yı etkileyen ise metro videosu olmuş: “Videoda yüzlerce insan bir metro istasyonunda toplanmış, istasyondaki bir saate bakıyordu. Sonra bir an herkes çılgınca dans etmeye başladı. Garip olan ise dışarıda herhangi bir müzik sesinin olmamasıydı. Hepsinin kulağında kulaklık, şaşkın bakışlar arasında, kimseyi umursamadan dans ediyorlardı. Benzer videolara baktım; sokak ortasında yastık savaşı yapan yüzlerce insan, bir alışveriş merkezinde hayali silahlarla birbirini vuran ve sonra topluca ölmüş taklidi yapıp yerlere yatan diğerleri. Yaptığım bir dizi araştırma sonrası kendi kendime ‘Flash Mob denen şey tam da ihtiyacımız olan şey’ dedim ve arkadaşlarımla İstanbul Flash Mob’u hayata geçirdik.”
Monoton hayatına bir renk katmak isteyen Koca, aynı zamanda komedyen Charlie Todd’un kurduğu Improv Everywhere’i de takip ediyor. Fakat konu fikirleri eyleme dökmeye gelince biraz karamsarlaşıyor: “Büyük ilgi toplayan bazı eylemlerin benzerleri için henüz Türkiye’nin hazır olmadığını düşünüyorum. Mesela en çok dikkat çeken eylemlerinden birisi olan ‘No Pants.’ Vücutlarının alt kısımları, iç çamaşırı hariç çıplak bir şekilde metroya binen, sokaklarda dolaşan erkekli kızlı bir grubu bu ülke sınırları içerisinde düşünemiyorum bile...”

Alışveriş merkezini adeta tavaf ettiler

Yine de grup “Kanyon’da Halay” adlı bir etkinliği gerçekleştirebildi. Koca’nın “Saymadım ama hepi topu 25-30 kişiydik. Koca alışveriş merkezini halay çeke çeke tavaf edip aynı şekilde kapıdan dışarı çıktık. Harika bir deneyimdi“ sözleriyle anlattığı etkinlikte güvenlik ile de sorun yaşamamış: “Güvenlik görevlisi elinde telsizle hem gülüyor hem de peşimizden koşturuyordu ama bizi engelleme çabasında dahi bulunmadı.”
Amaçları Londra, New York ve Beyrut’taki diğer gruplarla da iletişim halindeki oluşumu, mümkün olduğu kadar çok insana duyurup, Türkiye’nin diğer illerinde de bu gibi grupların kurulmasını sağlamak olan İstanbul Flash Mob, “istanbulflashmob.org” adresinden ziyaret edilebilir.

(Taraf Gazetesi)

Pamuk Anneannenin Kanlı Polisiye Romanları



Ağustosun üçünde 89’una basan İngiliz polisiye romancı PD James’in son kitabı mayıs ayında Pegasus Yayınları’ndan Özel Hasta adı ile Türkçe’de

Onu görünce aklınıza ilk gelen şey nasıl da “pamuk gibi” bir anneanneye benzediği olacaktır. Ama o süt yerine banyo temizleyicisi ile damardan beslenmeye gönüllü olan ve kıvranarak ölen bir hemşireyi ya da ilâhiler söylerken kurbanlarını boğan ve daha sonra da ağzılarını pübik kıllarla dolduran insanları anlattığı romanlar yazıyor. Bu iki tasvir de 3 ağustosta 89 yaşına basacak olan Phyllis Dorothy James’e ya da daha bilinen adıyla polisiye romanın Baronesi
PD James’e uyuyor. Barones derken de bu alelâde bir yakıştırma değil.
Kendisi gerçekten Holland Park Baronesi James ve hatta Lordlar Kamarası’nın da hayat boyu üyesi.

İngiliz yazar PD James, konularını Britanya’nın cezai adalet sisteminden ve sağlık servislerinden alıyor. Bu da bir rastlantı değil, insan kendi yaptığı işten daha iyi neyi bilebilir ki? 1940’larda James’in kocası İkinci Dünya Savaşı’ndan döndüğü zaman yaşadıklarının çoğu savaş alanında kalmaktan ziyade onunla eve gelmişti. Hâl böyle olunca James, eşini bir hastaneye yatırdı ve iki çocuğuna bakmak için burada çalışmaya başladı. İçinden yazmak geliyordu ve nasıl başlayacağını bilmiyordu. Aslında o torunlarına “Ben hep yazar olmak istemiştim” dememek için birgün bir yerden başlaması gerektiğine karar vermiş ve başlamış. İlk romanı Cover Her Face de bu aralarda yeşermeye başladı. İşe gidip gelirken azar azar romanının bölümlerini oluşturmaya başladı James. “Öyle zamanlar olur ki her bilimadamının, Tanrı’nın bile, tecrübelerini yazması gerekir” diyen James, ilk romanın 1962’de tamamladı ve iki yıl sonra eşini kaybetti. Bunun üzerine James, kariyerine en büyük katkıyı sağlayacak ve 1979’a kadar devam edeceği yeni işine başladı: İçişleri’nin cezai bölümünde devlet memurluğu.

DALGLIESH VE GRAY TANIŞIR
James, 1962’de yazdığı Cover Her Face’ten mayıs ayında Türkçe’ye çevirilip Pegasus Yayınları’ndan Özel Hasta adıyla raflardaki yerini alan The Private Patient adlı son kitabına kadar hep bir adama sadık kaldı. Bu kocası değildi, bu dedektif Adam Dalgliesh’ti. Dalgliesh, Metropolitan Polis Merkezi’nde çalışan ve aynı zamanda birkaç şiiri yayımlanmış bir şair. Uzun boylu yakışıklı bir adam olan Dalgliesh, bir Jaguar kullanıyor ve Thames Nehri üzerinde yaşıyor. Birçok kadın için de Jane Austen’ın Aşk ve Gurur kitabındaki Bay Darcy’yi anımsatıyor. Bütün bu büyüyü bozan ise Dalgliesh’in James’in romanlarında sadece baş kahraman olması. James, 14 kitap boyunca Dalgliesh üzerinden kurdu hikâyelerini. Onu çok sevdi, hatta hayran oldu ama işini her zaman önce tuttu. Hatta özel hayatı aklını bulandırmasın diye Dalgliesh’in eşini ve çocuğunu “hissiz” bir şekilde öldürdü. Aslında Dalgliesh’in bu şairane yanının tek sebebi, James’in ondan sıkılıp baş kahramanını da öldürmek zorunda kalmaktan kaçınmasıydı.
James’in Dalgliesh’e sadakatine gölge düşürecek sadece iki kitap vardı. Bunlar da James’in kadınsı yanının ortaya çıktığı düşünülen 1972’de yazdığı ve Türkçe’ye Kadınlara Göre Değil adıyla kazandırılan Remzi Kitabevi’nden basılan An Unsuitable Job for a Woman ve 1982’de yazdığı The Skull Beneath the Skin. İkisinin de baş kahramanı Cordelia Gray’dir. Gray güçlü bir İngiliz kadınıdır ve bu işe, kendisine miras kalan dedektiflik ajansı ile başlar. Düzeni ve bilgiyi seven bu kadın aldığı davalara odaklanmayı sever. James, sadık okurlarını şaşırtmayı sevdiğinden Kadınlara Göre Değil kitabında Gray’i Dalgliesh’le tanıştırır. Hatta daha sonra A Taste For Death kitabında ikili yemek yerken görülür.
Tabii bunların dışında yazarın son dönemde en öne çıkan kitabı Alfonso Cuaron tarafından 2006’da beyazerdeye taşınan Children of Men’dir. 2027’nin Britanyası’nda “kısır” bir dünyayı anlatan filmde Clive Owen, Julianne Moore ve Michael Caine gibi oyuncular rol almıştı. Film aynı yıl USC Libraries Scripter Ödülleri’nde En İyi Uyarlanmış Senaryo Ödülü alırken 2006 Oscarlarında da En İyi Uyarlanmış Senaryo Ödülü’ne de aday gösterilmişti.

KATİLLER O GÖRÜNMEZ ÇİZGİYİ GEÇER
“Bir dedektiflik hikâyesi cinayetle değil, düzenin yeniden yapılanması ile ilgilidir” diyen James’e göre cinayet eşsiz bir suç hatta kurban için asla onarılamayacak bir suç. James’e göre katil suçu işleyerek onu diğerlerinden ayıran görünmez bir çizgiyi geçiyor ve insanlar ona “dehşet içinde” hayran kalıyor.
James de bu hayran kalınası karakterleri yaratıyor. Ona göre 90’ına merdiven dayamış “pamuk bir anneanne” olmak bir yana, dünyadan haberdar olup kendi hayal dünyasını yaratmak bir yana. Yazdığı hikâyelerdeki aşırı uçlardan ziyade onu ilgilendiren hikâyenin güdüsünün güçlü olması. Çok fazla miktardaki para ya da intikam arayışı mesela. Ya da çocukluğunda tacize uğramak, çok hareketli bir cinsel yaşam, patronu aldatmak ve akabinde gelen şantajlar. Bunlar polisiyenin vazgeçilmezleri arasında.
Peki çalıştığı işler dışında James’in işlediği konular arasında olan küçükken istismar edilmek ya da şantaj onun başına gelmiş miydi? Hayır, ama James’in bunu nasıl bir his olabileceğini hayal etmekte zorlanmamasını sağlayacak bir hayalgücü vardı. Bir röportajında “Bu duygu bazen çok evrenseldir, hepimiz korkuyu hissederiz. Her kadın karanlıkta takip edildiğini düşünebilir, bu zor değildir. Hepimiz kıskanmışızdır. Hepimiz birini öldürecek kadar sinirlenmişizdir” diyor James.
James’in yazınında dikkat ettiği bir diğer şey ise katilin profili. James’e göre bir katilin aklı başında olmalıdır, belki bazı ayrıcalıkları bulunmalıdır, iyi eğitim almıştır hatta iyi bir işte çalışmalıdır. İşin püf noktası okuyucuya, onu neyin bir katile dönüştüğünü düşündürmektir. James yazınına sekte vuran iki şeyden ise mustarip; DNA ve cep telefonları. Sizi arayanın yan odada bile olabilme ihtimalinin bütün uzamsal kavramları baltaladığını düşünen James, DNA’nın izinin bu kadar kolay sürülebilir olmasının da polisiye romanın yapısını değiştirdiğini düşünüyor.
HASTANE ODASI ROMANI
Seval Birdal tarafından Türkçe’ye kazandırılan son romanı Özel Hasta’yı yazarken James kalp yetmezliği yaşamıştı. O anda en çok korktuğu şey ölmekten ziyade kitabını yarım bırakmaktı. Aslında daha da kötüsü kitabının başka biri tarafından tamamlanıp gerçekten çok kötü bir iş çıkmasıydı. İşin tek iyi yanı ise yazmak için çok fazla zamanı olmuştu. Yazmak ve kafasını dinlemek isteyen yazarların hep uzaklarda, deniz kıyısında bir evi olduğu düşünülür. James’e göre ise fırsat ayağına gelmiş gibiydi. Ne bir ziyaretçi, ne telefon ne de e-posta… Hasta yatağında olmasına aldırmadan sekreterini çağırdı ve romanını dikte ettirdi.
Polisiyenin Baronesi şimdi iki kızı, beş torunu ve altı tane de torununun torununa sahip bir anneanne. 90 yılı geride bırakmasına çok az kaldı ve hayatla derdi yine romanlarıyla ilgili. Yeni romanı için ilham kaynağı bekleyen James “Hayatımı devam ettirebileceğimden emin olmam lazım ve birileri bana artık eskisi kadar iyi yazamadığımı söylemeden önce yazarlığı bırakmam lazım. Birçok yazar kabiliyetinin büyük bir kısmını kaybettikten sonra yazmaya devam ediyor ve bence bu çok büyük bir hata” diyor.
Anneanne ve yazarlığın yanı sıra hayat boyu Lordlar Kamarası üyesi olması da James’in siyasî bir yanı olduğu düşüncesini akla getirse de o kendini hiçbir partiye ait hissetmiyor. Ama yine de bireyin özgürlüğünden yana olduğu için iç güdülerinin onu Muhafazakâr Parti’den yana olduğunu hissettirdiğini dile getiriyor.

(Taraf Gazetesi)

Venedik'te Üç Ressam




İtalyan Rönesansı’nın üç büyük ressamı Titian, Tintoretto ve Veronese… 30 yıl “yan yana” çalıştılar… Tinterotte, “ustası” Titian’a isyan ederken, Titian,Veronese’yi “kanatları altına aldı”

Amerikalı romancı ve gazeteci Henry Brooks Adams, “Hayat boyu edineceğiniz bir arkadaş çoktur, iki arkadaş fazladır, üç ise neredeyse imkânsızdır. Arkadaşlıkta hayatların belirli bir paralelliği, fikirler topluluğu ve bir amaç için rekabet gerekir” demiş. Her ne kadar aynı topraklarda yaşamamış olsalar da Adams’ın bu sözü Venedik’te bir döneme damgasını vuran ressamlar, Titian, Tintoretto ve Veronese için biçilmiş kaftan.
1500’lerin başında Venedik’te İtalyan Rönesansı başlamıştı. Titian ise 1488’de çoktan dünyaya gözlerini açmıştı. Titian, gençliğini Giovanni Bellini’nin yanında tahtaya çizilen dinî resimler üzerine çalışarak geçirmişti. Fakat ne zaman ki Bellini’nin atölyesinden mezun oldu, işte o zaman kendi stilini konuşturmaya başladı; daha üç boyutlu gözüken ve daha büyük formatta resimler çiziyordu. Derken sahneye Tintoretto çıktı. 1518 doğumlu bu genç, Titian için tam bir yeni yetmeydi. Ama bir tevatüre göre Titian’ın stüdyosunda kısa bir süre için çalışmış olan genç, ustasının gazabına uğrayarak kapı dışarı edilmişti. Sebebi ise sahip olduğu yeteneğin Titian’ı korkutmuş olmasıydı.
16. yüzyılın ortalarına gelindiğinde Titian ve Tintoretto’nun arasındaki çekişme tam doruk noktasına çıkmıştı ki, rekabeti kızıştırmak için Verona’dan, adını geldiği yerden alan Veronese lakaplı bir genç çıkıp geldi, hem de 1528 doğumlu bir genç. Artık Venedik’te, resimlerinin altına imzalarını bile atmalarını gerektirmeyecek kadar kendilerine özgü stilleri olan bu üç ressamdan başkasının esamesi okunmuyordu.

Bu üç ressamın rekabeti aslında Venedik sanatının büyümesinde büyük bir itici güç olmuştu. Görünen o ki böylesi bir rekabet sadece, sanat piyasasının, diğer İtalyan Rönesans şehirlerinden farklı olduğu Venedik’te gerçekleşebilirdi. Venedik ticarete açık bir cumhuriyetti ve sahip olduğu servet, ülkenin zenginleri arasında göreceli olarak paylaştırılmıştı. Sıradan vatandaşlar, dinî kardeşlik dernekleri, Senato ve Hazine gibi birçok hükümet organı, sanat tacirlerinin himayesine girmemek için direniyordu ve bunun için yeterli zenginlikleri ve istekleri vardı.
Gerçekte bütün şehir, birbirini dışarda bırakmaya çalışan ve sanatçıları koruyan insanlarla doluydu. Sonuç olarak da sanatçılar iş alabilmek için rekabet şansı yakalamıştı ve bu aynı zamanda çok başarılı ressamların sürekli iş sahibi olması anlamına geliyordu.
Bunun tersine birçok İtalya şehri tek bir lord ya da oligarşi ile yönetiliyordu ve tek bir ressam, resme olan talebi karşılamaya yetiyordu. Venedik dışında bu kaideyi bozan sadece Floransa ve Roma’ydı. Floransa’da Medici’nin himayesi altında birçok sanatçı yetişti ama genel talebin çoğu, bu prestijli aile tarafından kontrol ediliyordu. Roma’da ise sanata olan talep her yeni Papa ile neredeyse 10 yılda bir değişime uğruyordu ve en hırslı projelerin boyutları da oldukça büyüktü. Dolayısıyla resimleri bir kişiden ziyade bir ressam takımı ve heykeltraşlar yapıyordu. Bu da ressamların rekabet etmek yerine işbirliği yapması ile sonuçlandı. Titian, Tintoretto ve Veronese de 30 yıl boyunca “yan yana” çalıştı. Hiçbir İtalya şehri böylesi büyük ressamları, bu kadar uzun zaman birarada tutamamıştı.

Bu üç ressam rakipti ama birbirleriyle eşdeğer değildi. Titian olarak bilinen Tiziano Vecellio, Tintoretto olarak tanınan Jacopo Comin ve Veronese olarak anılan Paolo Caliari, resmi sadece bir araç olarak kullanıyordu. Titian, bu üçlünün en tepesinde duruyordu; diğer iki ressam doğmadan çok önce Venedik’in en meşhur ressamı olarak tanınıyordu. Hatta Tintoretto ve Veronese kariyerine başlamadan önce Titian’ın namı çoktan Avrupa’ya kadar yayılmıştı. Yüzyılın yarısı geride kaldığında Titian’ın müşteri profilinin çoğunu denizaşırı ülkeler, küçük bir kısmını ise yerel talepler oluşturuyordu. Bu durumda Tintoretto ve Veronese, kendi pazar paylarını oluşturmak için rekabete girmek zorundaydı. Dahası Titian işleyeceği konuyu seçme ve onu nasıl işleyeceği konusunda göreceli bir özgürlüğe de sahipti.
Tintoretto ve Veronese ise rakip olmalarına rağmen birbirlerine daha yakın bir konumdaydı. Kariyerleri boyunca Venedik’te aynı müşteriler için çalıştılar. İki genç ressam Titian’ın gölgesinde kaldığı için hep onunla yarışmak zorunda kaldı. Zeki ve inatçı olan Tintoretto’nun Titian’a cevabı, onun sanatını taklit etmek ve ona isyan etmek oldu. Titian’ın stilini yakından inceledi, ki zaten kısa bir süre Titian onun ustası olmuştu. Ama yine de Tintoretto, ustasının yarı saydam renkler kullandığı tekniğini reddetti ve bunu basitleştirerek cesur ve geniş fırça darbeleri kullandı. Tintoretto’nun konularına yaklaşımı da farklıydı. Titian kariyeri boyunca resimlerindeki figürlerin duygusal durumlarını anlamaya çalıştı. Tintoretto ise ilahî olanın gücünü yansıtmayı tercih etti. Mesela İsa’nın Vaftizi tablosunda cennetin saçtığı ışık, altın ve gümüş rengin patlamasıyla verilmişti. İsa ve Aziz John’un hayalet gibi bedenleri de alev ve duman gibi bükülüp titriyor, bu mucize derin ve kutsal bir gizem gibi gözüküyor.
Titian ise Tintoretto’yu küçümsedi ve kariyerini mahvetmek için elinden geleni yaptı. Fakat konu Veronese’ye gelince işler değişti. Titian, Veronese’yi hep bir kefalet ya da vekil olarak gördü. Veronese de buna karşılık Titian’ın yararına çalışmaya özen gösterdi. Tintoretto’nun eserlerini “tuhaf” bulanlar, işlerini Veronese’ye vermeye başlayınca da Titian onu, “kanatlarının altına” aldı.
Titian duyguların yoğunluğuna odaklanırken, Tintoretto kutsal ihtişama yöneldi, Veronese ise bereket ve bolluğun çekici resimlerini yapmayı tercih etti. Veronese’nin çalışmalarında daha yumuşak ışıklar, güzel renkler ve uyumlu kompozisyonlara rastlamak mümkündü. Veronese’nin bir özelliği de ilgi çekici ve küçük ayrıntıları ekleme merakıydı. O, bu üç ressam arasında en “dekoratif” çalışandı.
16. yüzyılın ilk çeyreğinde Titian dinî betimlemelere yer veren resim anlayışında bir devrim yaptı. Devriminin meyvelerinden biri olan ve Bakire Meryem’in cennete yükselişinin tasvir edildiği Assunta, Santa Maria Gloriosa dei Frari Kilisesi’nin sunağını süslüyor. Bir diğeri ise Santi Giovanni e Paolo Kilisesi için yaptığı ama şu an kayıp olan The Death of St. Peter Martyr tablosu. Bu iki eser, Titian’ın ustası Giovanni Bellini ya da önceki Venedik ressamlarının tipik düşünce dolu kutsal resimlerinin aksine keskin duygular ve hareketler içeriyor. Dahası Titian, ifadelerin durağan olmadığının farkına varmıştı ve bunları ışığı kullanarak keskin hale getirmişti. Bu resimlerin bir diğer özelliği ise taşınamayacak kadar büyük ve değerli olmalarıydı.
Veronese’nin Virgin and Child with Angels Appearing to Saint Anthony Abbot and Saint Paul the Hermit ve Tintoretto’nun Temptation of Saint Anthony tablolarına bakılacak olursa ikisinin de aynı büyüklükte ve aynı azizi, aynı pozda betimlediği göze çarpıyor. Bu eserler iki ressamın da bağımsızlığı ve rekabetine güzel bir örnek.

VENEDİK’TE CİNSEL DEVRİM

16. yüzyılda Venedik’te cinsel arzunun düzgün bir tasvirinin yapılması konusunda da eşi benzeri görülmemiş bir endişe vardı. Bunun bir örneği Giovanni Bellini ile Titian’ın arkadaşı olan ve kadınlara olan aşkı ile nam salmış yazar, tarihçi ve teorisyen Pietro Bembo’nun eserlerinde görülebilir. 1505’te aşk üzerine bir diyalogu içeren Gli Asolani’yi (Asolani Halkı) yazdı ve yüzyılın en popüler kitapları arasına girdi. Üç kitap halinde yazılan eserde, romantik bir ihtirasın acıları ve zevkleri anlatılırken bir yandan da gerçekçi izlenimlere yer veriliyordu.
Titian’ın Danaë tablosunda çıplak bir şekilde yatan Danaë’nin karşısında, altın rengi ışık hüzmesi eşliğinde Zeus belirir. Şefkat ve ihtiras içinde hayallere dalmış olan Danaë, yatağa ve yastıklara gömülmüştür. Bir eliyle çarşafı tutan genç kadın, bir yandan da sevgilisinden gelecek “alamet” için bacaklarını aralamaktadır.

Bir diğer ünlü İtalyan ressam Giorgione’nin başladığı ve öldükten sonra Titian’ın devam ettiği Dresden Venus tablosu ve Titian’ın Venus of Urbino tablosunda kadınlar hareketsiz yatarken tasvir edilmiştir. Ama resim, anlatıcı konumundadır ve yorumculara göre hikâye açıkça cinsel doruk ve rahatlamayı anlatır.
1576’da Titian ölünce Venedikli filozof Antonio Persio, İnsan Zihni Üzerine Bir Tez’i yayımladı ve sağlıklı çocukların, “en yoğun ihtirasla ruhun duygularını” taşıyan ve bu sayede ruhları birleşen çiftlerin sevişmesiyle doğduğunu söyledi ve ekledi: “Bunu, resim sanatının babası Titian’ın benzeşmesinden daha iyi nasıl anlatabilirim bilmiyorum. Kendi ağzından ve o çalışırken yanında olanlardan duyduğum kadarıyla bir figür çizmek istediğinde ve karşısında gerçek bir adam ya da kadın varken, o insan onun görüşünü etkiliyor ve ruhu, temsil ettiği şeyin içine sanki başka hiçbir şeyin farkında değilmiş gibi giriyor. Bunu gören insanlar da onun kendinden geçtiğini düşünüyor.”
1576’da veba salgını Venedik’te her yeri sarmıştı ve salgın 27 ağustosta 80’lerindeki Titian’ın ölümüne sebep oldu. Titian, vebadan ölmesine rağmen kilisede gömülen tek Venedikli olmuştu. Yarım kalan Pietà tablosu ise Genç Palma tarafından tamamlanmıştı. Titian en meşhur tablolarından Madonna di Ca’ Pesaro’nun yanında gömülüydü. Titian’ın ölümünden sonra asistanı ve oğlu Orazio da vebadan ölmüş ve ailenin görkemli malikanesi yağmalanmıştı.
Titian’ın ardından ise Veronese ölmüştü. Geriye, büyük Venedik ressamlarından sadece Tintoretto kalmıştı. 1594’te ateş ve mide ağrısı sorunları yaşayan Tintoretto iki hafta boyunca ne uyuyabilmiş ne de bir şey yiyebilmişti. 31 Mayıs 1594’te ölen Tintoretto da 30 yaşında ölen en sevdiği kızı Marietta’nın yanına Madonna dell’Orto kilisesine gömülmüştü. Geleneklere göre kızı son yolculuğuna çıkmadan önce hareketsiz dururken, acı içindeki babası onun son portresini çizermiş.

(Taraf Gazetesi)