Hayat Onlar için Daha Zor: Meşhur Münzeviler



1 - J.D. Salinger
J.D. Salinger'ın bütün edebiyatının hasılatını hepsi 1959'dan önce yazılmış, bir roman ve 13 küçük hikaye oluşturuyor. Son röportajının üzerinden ise 29 yıl, son hikayesini basmasının üzerinden ise 44 yıl geçti. Yine de Çavdar Tarlasında Bir Çocuk kitabına resmi olmayan bir son yazıldığında, hayranları sanki 90 yaşındaki yazar çırılçıplak soyunup sokakta koşmuş gibi tepki vermişti. Salinger geri dönmüştü! Yani, bir bakıma.

Aslında, hiç de öyle olmamıştı. Davayı Salinger'ın avukatları açmıştı ve yazar halka bir açıklama yapmamıştı ya da mahkemede görünmemişti. Edebiyat düşkünlerinin de bileceği üzere hiçbir zaman da görünmeyecekti. Salinger, 1951'de Çavdar Tarlasında Bir Çocuk kitabı basıldıktan sonra pek ortalarda görünmemeye başladı. Kitap hep yasaklanmıştı hem de ABD'deki okulların okuma listesinde bulunuyordu. Kitaba yapılan övgüler arttıkça, yazar da o kadar geri çekildi. Salinger, 1980'de röportaj vermeyi kesti. 1986'da ise Salingerarkadaşlarına ve hayranlarına yazdığı mektupların yeniden basılmasını engellemek için biyografi yazarı Ian Hamilton'a dava açtı.

Salinger'a dair bilinen her şey 2000'de kızının yazdığı Dream Catcher anı kitabından geliyor. Bugün yeni bir Salinger röportajı ya da yayını edebi bir fırtına koparır. Böyle bir şey olacağından da değil, Holden Caulfield'ın yaratıcısına göre hepimiz bir avuç sahtekarız.

2 - Howard Hughes
Howard Hughes hep egzantrik olmuştu. Milyarder iş adamı ve pilotun obsesif-kompulsif eğilimleri olmuştu. Bir keresinde bir film çekimi sırasında Jane Russell'ın bluzündeki bir hatası o kadar kafayı takmıştı ki, sorunu çözmek için eşsiz bir balenli sütyen tasarlamıştı. Ama sonunda Hughes çökünce kimse ne yapacağını bilemedi. 1947'de Hughes kendini karanlık bir film gösterim odasına dört aylığına kilitledi ve sadece çikolata yedi, süt içti. Daha sonra bir garsoniyer otelinden başka bir garsoniyer oteline geçti.

1950'de inzivaya çekildi ve hatta kontrolünü üstlendiği Trans World Airlines'ı ilgilendiren tröst karşıtı duruşmalara bile gitmeyi reddetti. Daha sonra eski Hollywood yıldızının Valium bağımlılığı, kadavraya benzeyen görünüşü, çarpık tırnakları ve yamuk yumuk sakalı hakkında dedikodular dolaşmaya başladı. Asla düzelemeyen Hughes, 1976'da kendi kendine çekildiği inzivada öldü.

3 - Greta Garbo
Greta Lovisa Gustafson olarak 1905'te doğan, Garbo Stockholm'ün kenar mahallelerinde büyüdü ve bir yapımcının onu yerel bir süpermarkette keşfetmesiyle oyunculuk hayatı başladı. 1930'lara gelindiğinde İsveç Sfenksi, çift cinsiyetli görünümü ve boğuk sesisyle ABD'li sinema izleyicilerini büyüleyerek beyaz perdenin ikonu haline gelmişti. Ekranda sarfettiği ilk sözler olan "Bana bir viski verin" daha sonra Oscar ödüllü 1932 yapımı Grand Hotel'deki dış dünyaya yaklaşımını çok güzel anlatan "Yalnız kalmak istiyorum" repliğinin gölgesinde kalmıştı. Aktris, Hollywood hayatının bütün süsünden kaçınmıştı, imza vermeyi reddetmişti, bütün röportaj tekliflerini geri çevirmişti, hayran mektuplarını cevapsız bırakmıştı ve film prömiyerleriyle ödül törenlerine gitmemişti. Hatta onursal Oscar sözüne rağmen 1955 Akademi Ödülleri'ne gitmeyi bile reddetmişti. İronik bir şekilde, onun spot ışığı altında olmama konusundaki ihtiyatlılığı Garbo'yu medya için daha çekici kılmıştı. Basından kendisini rahat bırakmasını istediği, nadiren yaptığı basın açıklamalarından birinde "Kendimi sadece rollerimle ifade edebiliyorum, kelimelerle değil ve bu yüzden basın ile konuşmayı engellemeye çalışıyorum" demişti. 1941'de, 36 yaşındaykenGarbo "geçici" olarak emekliye ayrıldığını açıkladı ve bu emeklilik 1990'da tek başına yaşadığı Manhattan'da ölene kadar tam 49 yıl sürdü. O hiç evlenmedi ve hiç çocuk sahibi olmadı. East 52. Sokak'taki evi fakirlik çektiği düşüncesini yanlış çıkarrıcasına pahalı mobilyalar ve sanat eserleriyle doluydu. Sadece oyma bir XV. Louis sandalyesinin yanında tuttuğu kelepir dükkanından alınma bir kardanadam kabartması hariç.

4 - Harper Lee
New York Times "Günübirlik Arkadaş Canlısı" başlığıyla bir makale yayımladığı zaman münzevi olduğunuzu anlarsınız. (Bu arada muhabir onu esprili ve çekici olarak betimlemişti.) 1960'ta en çok satan romanı Bülbülü Öldürmek basıldığından ve 10 milyon kopya sattığından bu yana Alabama yerlisi yazar değişmez bir şekilde, her ne kadar nazikçe olsa da röportaj tekliflerini reddetti. Her ne kadar arada sırada halka açık yerlerde gözükse de, Amerikan İç Savaşı'nda Konfederasyon Ordusu'nun Komutanı Robert E. Lee'nin uzaktan akrabası ve Pulitzer ödüllü yazar, çoğu zaman konuşmayı reddediyor. 2007'de Alabama Onur Akademisi'nde konuşma yapması istendiğinde seksenlerine gelmiş yazar basit bir şekilde, "Bir aptal olmaktansa sessiz kalmak daha iyidir" cevabını vermişti.

5 - Emily Dickinson
Emily Dickinson ders kitaplarına girecek bir münzeviydi. Ziyaretçileriyle kapılardan konuşurdu, çocuklara ikinci kattan sarkıttığı sepetiyle ikramda bulunurdu ve babasının cenazesini yata odasının mahremiyetinde dinlemişti. Hayatının son 20 yılında aile evini hiç terketmedi. 1800 şiirinin bir düzineden biraz daha azı Dickinson hayattayken basılmıştı. Bazı uzmanlar, Dickinson'ın münzevi davranışlarının sosyal anksiyete ya da başka zihinsel özürlerden kaynaklandığını iddia etmişti, başkaları ise yakın arkadaşlarının ölümüne ve ailesinin aşırı koruyucu tavrına bağlamıştı. Sebebi her ne ise Dickinson, hayattaki yalnızlığı ve ölüm üzerine eşsiz şiirleriyle tanınıyordu.

6 - Syd Barrett
Syd Barrett artık müzikle tatmin olamıyordu. Pink Floyd'un kurucu üyelerinden Barrett, iki albüm sonrasında grubu bıraktı ama yaptığı iki solo çalışma ile biraz daha tatmin buldu. Stars adlı başka bir grup kurmaya çalıştı ama üç performans sonrası dağıldılar. Barrett stüdyoya dönmeye çalıştı ama solo haklarını plak şirketine satması ve Londra'da bir otele yerleşmek için üç gün mücadele verdi. 1978'de parası tükenince, annesinin Cambridge'deki evine ulaşmak için 90 küsur kilometre yürüdü ve kamusal hayatını geride bıraktı.

Syd doğduğunda kendisine verilen ad olan Roger'ı kullanmaya başladı ve zamanını resim yaparak, bahçe ile ilgilenerek, sanat tarihi üzerine yayımlanmayan bir kitap üzerine çalışarak geçirdi. Halk arasında hiç görünmedi ve 2006'da öldü. Kayıtlara göre Barrett, müzikal geçmişinin hatırlatılmasından hoşlanmıyordu ve diğer Pink Floyd üyeleriyle irtibatı kesmişti. Barrett'ın kardeşi, onun halktan kaçınmasına en iyi mazeretlerden birini dile getirmişti: "Kendi zihnini o kadar sürükleyici buldu ki, dikkati dağılsın istemiyor."

7 - Bill Watterson
Altı yaşındaki bir haylaz ve onun peluş kaplanı ile maceralarının anlatıldığı çizgi roman Calvin ve Hobbes'un yazarı olarak Bill Watterson'ın çalışması dünya çapında 2400'den fazla gazetede yayımlandı. O, Ulusal Çizerler Cemiyeti'nin en yüksek onuru olan Ruben Ödülü'nü alan en genç çizerdi. Watterson, bu ödülü üç kere kazanacaktı. Kariyeri boyunca Watterson, sürekli çizgi romanının ticarileştirilmesi baskısına karşı geldi ve bunun karakterlerin değerini azaltacağına inandı. Büyük bir hayran ekibi olmasına rağmen Watterson çizgi romanının 1995'te günlük bitirme süreleri kısıtı ve küçük bölmeleri öne sürerek emekliye ayırdı.

O günden sonra halkın gözünün önünden de çekildi, röportajları ve kamusal alanlarda görülmeyi reddetti, imza vermedi ya da karakterlerinin lisansını satmadı. Bir süre için Watterson ailesinin sahibi olduğu yerel bir kitapçı dükkanında imzalı kitaplarını saklamaya başladı ama daha sonra hayranları onları daha yüksek fiyatlarda satmaya başladı. Watterson'dan bir daha ne zaman haber alınır bilinmiyor.

8 - Thomas Pynchon
Bütün münzevi romancıların arasında Thomas Pynchon en üst seviyede bulunuyor. 20. yüzyılın kurmacası üzerine en ufuk açıcı, gizemli ve genelde okuması zor eserlerini vermiş bu yazarla ilgili genelde hiçbir şey bilinmiyor ve yazar da bunu bu şekilde tutmak istiyor. Pynchon, 1963'te ilk kitabı V.'nin basılmasından bu yana basının ona ulaşmasını engelledi.

Ona dair de sadece birkaç fotoğraf bulunuyor. 1973'te Yerçekimi'nin Gökkuşağı kitabı Ulusal Kitap Ödülü'nü kazandığında Pynchon, ödülü kendi adına bir başkasının almasını istemişti. Yazar bütün reklam tekliflerini reddetmişti ama sadece birini kabul etmişti: 2004'te çizgi dizi The Simpsons'da görünmeyi kabul etmişti. Hatta Pynchon kafasına torba geçirilmiş karaktere kendi sesini vermişti.

9 - Dave Chappelle
Ünlü olmanın baskısı büyüdükçe, 50 milyon dolar bile bazı sanatçıların spot ışıkları altından kaçmasını engelleyemiyor. 2004'te Comedy Central ile sekiz haneli bir anlaşmaya imza atan Chappelle, mayıs 2005'te liste başı olmuş şovunu bırkatı ve üçüncü sezonun çekimmlerinin ortasında Güney Afrika'ya kaçtı. Geçmişe bakınca yavaş ama kesin olan erimesinin izlerinin gelmekte olduğu görülüyor. 2003'teki bir stand-up gösterisinde izleyicilere "Şovumun neden iyi olduğunu biliyor musunuz? Çünkü kanalın yetkilileri sizin benim söylediklerimi anlayacak kadar akıllı olmadığınızı söylüyor ve ben her gün sizin için savaş veriyorum. Onlara ne kadar zeki olduğunuzu anlatıyorum.

Ama sonra yanıldığımı anlıyorum. Siz çok aptalsınız" dediği iddia ediliyor. Güney Afrika'ya uçtuktan sonra, bir arkadaşında kaldı ve uyuşturucu kullandığına, zihinsel olarak gelgitler yaşadığına ve kanalla sorunlar yaşadığına dair söylentiler dolaşmaya başladı. Bunlardan sadece yaratıcılık konusunda yaşadığı sıkıntı davranış şeklini açıklayabiliyordu. Chappelle şovun yapımcılarını suçlamaktansa yakın çevresindeki birkaç insanın ve kendisinin bu strese yol açtığını söylemişti. Afrika'da geçirdiği birkaç haftadan sonra Chappelle Ohio'daki evine dönmüştü ama The Dave Chappelle Show'a asla geri dönmedi. 2005'ten beri de münzevi hayatı yaşıyor.

10 - Marcel Proust
Marcel Proust, zamanının çoğunu romanlarının da açıkça anlattığı gibi içsel monologlarıyla yalnız geçridi. Gergin, kırılgan ve hassas, Proust 30'larına gelene kadar hâlâ Fransız sosyetesinin demirbaşıydı. Ama 1903'te babasının ve 1905'te annesinin ölümünün ardından Proust'un sağlığı bozuldu ve gitgide o hızlı hayatını geride bıraktı. Proust kalan 17 yılını gerçek olmayan bir münzevi hayatında geçirdi ve romanları üzerinde çalıştı.

1919'da Proust, Paris'teki ses geçirmeyen evini çok az terkeder oldu. Yazarı dokuz yaşından beri rahatsız eden astıma karşı korumasın işe pencereleri kapatılan güneş almayan bir stüdyoda çalıştı. İzole olması onu hırpaladı. Yazar Leon-Paul Fargue'u o zamanlarda Proust'u soluk yüzlü ve elleri donmuş gibi gözükürken hatırlıyordu. "Dışarıda yaşamayan ya da günü yaşamayan bir adama benziyordu. Uzun zamandır meşe ağacından çıkmamış bir münzevi gibiydi" diye yazmıştı Fargue, Hazır ve Nazır Proust adlı kitabında.

3200 sayfalık başyapıtı Kayıp Zamanın İzinde'yi yazarken Proust genelde gündüzledi uyuyup geceleri çalıştı. Bir keresinde yazmaya kendisi öylesine kaptırdı ki üç gün uyumadı. Bir başka seferinde ise bir resim ile ilgili hafızasını tazelemek için Louvre Müzesi'ne yürüdü ama ancak oraya vardığı zaman gece yarısı olduğunu farketti. Proust, 1922'de James Joyce'la tanıştığında iki edebiyat dehası çok az konuştu. "Tabii ki durum imkansızdı" demişti daha sonra Joyce: "Proust'un günü yeni başlıyordu, benimkinin ise sonuna gelinmişti." Proust zatürre ve akciğer apsesinden 1922'de öldü. TIME

Bir kadın tek başına sarhoş olamaz mı?

İyisaatte olsunlar adlı performans grubu medyanın zulmüne uğradığını düşündükleri Melek Yargıcı ile aralarında kurdukları bağı kısa filme döktü...

Melek Yargıcı sarhoş bir şekilde kameralara yakalandığında hem medyanın hem de sosyal video paylaşım sitelerinin malzemesi olmuştu.

Bir kadın tek başına sarhoş olamaz mıydı? Bu toplumun normlarına mı tersti, tolare edilebilecek olan sadece bir erkeğin sarhoş olması mıydı?

Peki ya travesti, transseksüel, gey, lezbiyen ve biseksüeller? Toplumun zaten yok saydığı ve görünmez kıldığı bu insanlar Melek Yargıcı ile aralarında nasıl bir ortak nokta buldu?

Bütün bunları cevabını 9. AFM Bağımsız Filmler Festivali'nde 'Türkiye’den Kısalar – İtiş Kakış Bölümü’nde “Ben Tekim!” adlı kısa filmleri gösterilecek olan İyisaatteolsunlar adlı performans grubu verecek.

Eylül 2009'da kurulan İyisaatteolsunlar’dan Boysan Yakar sorularımızı yanıtladı:

Bu filmin çekilmesi ve !f'e katılma süreci nasıl gelişti peki?

Aslında bir filmden ziyade uzun soluklu bir performansın finalinin kaydını seyirci izliyor. Karşı Sanat'ın düzenlediği Hayal-et adlı bienal karşıtı /sistem karşıtı /piyasa karşıtı sergiye hayalet olarak katılan bir grup zamansız görünmez, öteki olarak katılmamızla vuku buluyor. Geçmiş korku tüneli işimizden etkilenen sergi çağırıcıları halihazırda güncel korkuları sanat ve performans gibi aracılarla ve biraz da korkusuzca ele alışımızdan etkilenmiş olmalarından ötürü sergiye katılmamızı istediler. Biz de serginin adına yaraşır bir iş yapma kararı alıp hem sergiyi hem de kendini eleştiren 13 kişiden oluşan bir dizi münferit veya zaman zaman gruplar halinde olan, neredeyse tamamı doğaçlama performanslar gerçekleştirdik. Ben Tekim videosuysa bu sergide geçirdiğimiz üç saatlik akışın son 10 dakikası.

Bundan önce sadece Sümerbank işi mi var?

Bundan önce bağımsız olarak tüm grup üyeleri kendi çapında ama yine iyisaatteolsunlar adına küçük / iç gıcıklayıcı işler peşindeydiler. İlk ortak ve planlı işimiz Sümerbank binasının dehlizlerinde gerçekleşen korku tüneli yerleştirmesi oldu. Yirmiyi aşkın katılımcının bileşenlerini oluşturduğu bu bir kaç saatlik etkinlik neredeyse hiç duyurusunu yapmadan 300’e yakın misafiri ağırladı.

Film konusunu Melek Yargıcı'nın sarhoş olup kameralara yakalanmasından mı alıyor yoksa bu sadece bir tesadüf mü?

Melek Yargıcı, “Ben Tekim” naralarıyla malzeme olduğu magazin videosundan sonra herkes tarafından epey ağır eleştiriye maruz bırakıldı. Medyanın da aradığı sarhoş, kötü diye mimlenecek o; genel 'ahlaklı' aile tavrının karşıtı yeri doldurmuş, görüntülerin yayımlandığı sırada bolca programa konu olmuştu. Bir kadının tek başına sarhoş olup gecesini bitirme hakkı Türkiye medyasında olanaksız bir durummuş gibi lanse edildi. Keza sarhoş olmak da erkeklere aitti. Melek'de gece vakti yalnız bir hayalet gibi bir kaç kameraya yakalanmıştı. Keza elbisesi beyaz kendisi bir melek kadar güzeldi. Bizim de ilgimizi çok çekti.Sergi sırasında bir kaç saat süren görünmezlik deneyiminden sonra aynı Melek'in kameralara yakalanması gibi biz de kameralara yakalandık. Bu finali de Türkiye'den Kısalar Programı kapsamında 15.30'da başlayacak gösterimde izleyebilirsiniz.

Filmin cinsel duruşunuzla bağlantısı nedir?

Tabii ki de doğrudan alakası var. Bir grup yakın arkadaşın ortak kaygılarını ifade etmek amacıyla bir araya gelmiş travesti, transseksüel, gey, lezbiyen ve biseksüellerden oluşuyor, heteroseksüel katılımcılarımızda var. Keza Hayal-et sergisine katılma derdimizin altında da toplumun bizi tamamiyle ırgalayan, görünmez kılan, ötekileştiren zihniyetine cevaben birer hayalet, sevilmeyen cin-peri, görülmek istenmeyen yaratık gibi katılmamız da medyanın, devletin, emniyetin, genel ahlakın bize bakan pencerelerinden üzerimize iliştirdiği sıfatların neredeyse çoğunun korkuyla alakalı olduğuna da dikkat çekmek istemesiyle çok doğru orantılı.

İyisaatteolsunlar’ın “Ben Tekim!” performansını 9. AFM Bağımsız Filmler Festivali’ndeki 17 Şubat Çarşamba Saat 15.30’da AFM Fitaş Salon 1’de izleyebilirsiniz.

Entelektüel fahişe

Solcu, Marks'ın arkadaşı gazeteci Swinton, 1880 'lerde New York Times'ta yazıyor. Gazete bir yahudi tarafından satın alındıktan sonra düzenlenen toplantıda, davetli gazeteciler basının onuruna kadeh kaldırmak üzere kürsüye çağırıyorlar onu. Swinton elindeki kadehiyle kürsüye çıkıyor. Çıt yok.... Ve tarihi cümleler dökülüyor bir bir ağzından.

"Dünya tarihinin şu anına dek, Amerika'da "Özgür bağımsız basın" diye birşey olmamıştır. Bunu siz de biliyorsunuz biz de..." diye başlıyor sözlerine; "Hiçbiriniz düşündüklerinizi olduğu gibi yazmaya cesaret edemezsiniz. Bunu yapmaya kalktığınızda yazdıklarınızın önceden basılmayacağını bilirsiniz çünkü. Çalıştığım gazete bana düşüncelerimi özgürce yazmam için değil, tersine yazmamam için haftalık bir ücret ödüyorlar. İçinizde benzer biçimde benzer ücret alan başkaları da vardır. Düşüncelerini açıkça yazacak kadar salak olan herhangi biri, sokakta başka bir iş arıyor olacaktır. Gazetemin herhangi bir sayısında düşüncelerimi apaçık yazmaya izin verseydim, 24 saat dolmadan işimden atılırdım. Gazetecilerin işi; gerçeği yok etmek, düpedüz yalan söylemek, saptırmak, kötülemek, servet sahiplerine dalkavukluk etmek, kendi gündelik ekmeği uğruna yurdunu ve soyunu satmaktır. Bunu siz de biliyorsunuz, ben de… Öyleyse şimdi burada "bağımsız özgür basının" (!) "şerefine" (!) kadeh kaldırmak saçmalığı da nereden çıktı? Bizler, sahnenin arkasındaki zengin adamların oyuncakları, kullarıyız. Bizler ipleri çekilince zıplayan oyuncak kuklalarız...

Onlar ipleri çekiyorlar ve biz dans ediyoruz.

Yeteneklerimiz, olanaklarımız ve yaşamlarımız, hepsi başkalarının malı .

Bizler entelektüel fahişeleriz.”

Not: Swinton toplantıyı şaşkın bakışlar arasında terk etti.. Gazeteden istifa etti ve kimseden para almaksızın 'John Swinton's paper diye tek yapraklı bir "gazete" çıkartmaya başladı.

Koku ve fotoğrafla hayatını güzelleştiren adam


Esasen çorap ticareti yapan Vedat Ozan gerek fotoğraf, gerek Açık Radyo'da koku üzerine yaptığı programla hayatında kendine küçük çıkış kapıları açıyor. Ozan'la fotoğraf ve koku üzerine konuştuk. Misk nedir, parfüm sabitleyicisini hangi hayvanın anüsü salgılıyor...

Bazıları onu Saydam Günleri'nde ödül alan "Kırmızı" adlı gösterisiyle hatırlar. Bazıları Türkiye'de açtığı sergiler ya da yurt dışında katıldığı sergilerle. Aslında bu aralar onun adını en çok Açık Radyo'da koku üzerine yaptığı program ile duyuyoruz. Vedat Ozan aslında çorap ticareti yapan bir iş adamı. Bir o kadar da seçmek zorunda kaldığımız işi yapmanın dışında hayatımızı güzelleştirip çıkış bulmak için yapılacak ne kadar çok şey olduğunun kanıtı. Belki çoğumuzdan farkı yok ama o birçoğumuzun yaptığı gibi işine çakılıp kalma halini hayatına kattığı şeylerle değiştiriyor.

Hayatına kattığın çeşitlilik fotoğrafla mı başladı? 


Dışavurumsal olarak fotoğrafla başladı. Fotoğrafa bakmaktan zevk alıyordum, koku da böyle zaten. Kokuyu da koklamaktan zevk alıyordum. Bir şeyden zevk aldığın zaman arka planını merak ediyorsun. Biraz da obsesif bir kişiliksen, konuya eğiliyorsun, kurcalıyorsun derken, bu sefer baktığın şeyi kendin üretmeye başlıyorsun. Fotoğraf da koku da böyle geldi zaten.

İlk çıkışın Saydam Günleri ile oldu...
Evet. İlk Saydam Günleri’yle. Çünkü Saydam Günleri benim fotoğraf eğitimi aldıktan sonra yaptığım bir projenin bir parçasıydı. Benim o projeye katkım Saydam Günleri’nde ödül alan gösteriydi. Şimdi yok artık Saydam Günleri maalesef. O bana çok büyük cesaret verdi, orada Emin’in (Emin Altan) de çok büyük desteği var. Çünkü bizde fotoğraf gösterisi dendiği zaman yer ya da kişi bazlı şeylerdir. Meslekler anlatılır, bir yer anlatılır, gezi anlatılır. Soyut bir kavrama yönelik bir fotoğraf gösterisi yapmak için yeni fotoğraf öğrenmiş birisine biraz cesaret lazımdı. Bu konuda çok destek gördüm. Onun da böyle bir ödül almış olması tabii bana büyük bir motivasyon oldu. Ondan sonra da zaten “Tenezzül Edilmeyen Fotoğraflar” geldi.


Tenezzül Edilmeyen Fotoğraflar’ın hikayesi ne?
Tenezzül Edilmeyen Fotoğraflar, İngiltere ve İtalya’ya yaptığım gezilerin fotoğrafları aslında. Bunlar hiçbir zaman panoramik fotoğraflar değil. İngiltere’de Big Ben’i çekmedim. Yaşadığım hayatın fotoğrafları diye adlandırdığım şeyleri çektim. Küçük detaylar bunlar. İlginçlik olsun diye çekilmiş fotoğraflar da değil aslında bunlar. Hepimizin her an yaşadığı her an gördüğü ama bunları yüceltmeye tenezzül etmediği bir takım imgelerdi. Ben de bunları yüceltmek istedim. Aslında hiçbirinde kompozisyon gözardı edilmemiştir. Çünkü her ne kadar deneysel ve yenilikçi bir bakışın yansılıtmasına inanıyorsam da klasik olanın bilinmesi muhakkak gerekiyor. Zaten bilinmediği zaman diğeri sarkıyor gibi geliyor bana.

Bunların dışında bir de yurtdışındaki sergiler var...
Ben gitmedim onlara ama fotoğraf gönderdim. Selanik’te bir toplu serginin içinde yer aldım. Sonra Sara Terry vasıtasıyla Bosna yararına yapılan bir satışın sergisinin iki ayağına katıldım Los Angeles ve New York’ta. Fotoğrafın dışında fotoğrafın araç olarak kullanıldığı çağdaş sanat etkinliklerinde yer aldım. Mesela Kadıköy’deki Artalan, Aksanat’taki Sıkıntı ve Gökkuşağı.

Daha sonra koku yapmaya merak sardın. Ama arada Selim Evci’nin atölyesinde çok kısa bir kısa film maceran var?
Kısa film ile ilgili çok keyifli bir dönem geçirdim. Aslında hiçbir şey yapmadık, bir proje çalışması yaptık. Hatta bir de kısa film ürettik fakat sonra o kısa filmi de yayınlamamaya karar verdik gibi bir şey oldu. Aslında çok da kötü olmadı çünkü belki de hepimiz için o an yaşadığımız keyif çok önemliydi çünkü çok keyifli bir atölye süreci geçirdik. Bunlar hep ifade araçlarının biçimleri, fotoğraf olsun, kısa film olsun, koku olsun. Ben şiir yazamam ama bunları yaparım.


Peki koku yapma merakı ne zaman bir radyo projesine dönüştü?
Kaynak bulmak çok zor kokuyla ilgili, bir kere Türkçe kaynak bulmak neredeyse imkansız gibi bir şey. Gerek koku yapmanın teknikleriyle ilgili, gerek algısıyla ilgili. Algısı derken çok geniş bir alan o da. Nöroloji var, psikoloji var öbür taraftan baktığın zaman sosyoloji var, felsefe var, bunlarla ilgili Türkçe kaynak çok kısıtlı. İngilizce kaynak bulmak da çok yaygın değil. Aslında koku beş duyu arasında en avantajlı olmasına rağmen, tarif edecek kelimeleri çok az. Kokunun bir lisanı yok. Kokuyu tarif ederken hep benzetmelerle tarif ediyorsun. İşte çiçek gibi koktu, yeni kesilmiş çimen gibi koktu, bisküvi gibi koktu falan gibi. Ve bu kaynak sıkıntısı yüzünden internet üzerinden kitaptı, internet sitesiydi, dökümandı, araştırmaydı, bir sürü kaynağa ulaştım. Binlerce sayfaya ulaştı bulduğum kaynaklar ve bir bilgi birikimi çıktı ortaya.

Fakat bu işte de bir yalnızlık hissediyorsun çünkü benden başka fazla ilgilenen de yok bu konuyla. Bunları paylaşacak bir alan yaratmak lazım, bir de bu alanda hakkaten benden daha bilgili birileri varsa, kimsenin Amerika’yı yeniden keşfetmesine gerek yok. Böyle oluşmuş bir takım bilgiler var, bunları aktarayım, bunlardan bir takım insanlar da istifade etsin gibi bir düşünceyle Açık Radyo’ya böyle bir teklifte bulundum. Onlar da sağolsunlar kabul etti. O zamandan bu zamana Salı sabahları saat 10:30’da kokudan gelen ve kokuya giden her şeyle ilgili bir program yapıyorum.

Yalnızlık çekiyorum diyorsun. Peki yurt dışında da mı böyle?
Yurt dışında hem parfüm hem de algı kısmıyla ilgilenen çok arkadaşım var. Birkaç tane internet grubuna da üyeyim. Yaptıklarımızı birbirimize gönderiyoruz, ulaşamadığımız bir takım hammaddeler var. Bir arkadaşım varsa sana yarım gram hammadde gönderdiği zaman çok mutlu oluyorsun.

Türkçe kaynak bulmak zor diyorsun ama programın içeriğinde Aldous Huxley’nin “Cesur Yeni Dünya”sından çilekli milk-shake’e kadar çeşitlilik gösteren konular var...
Bakmayı bildikten sonra bunların hepsini görebiliyorsun. Huxley’nin o kitabının içinde kokulu org tarifi vardır ki, muhteşem bir şeydir. Mesela Proust’un o madlen bisküviyi çayına batırması çok önemli bir adımdır. Huxley’ninki de çok önemli bir adımdır çünkü hakkaten bu kokulu org hikayesi gerçekleşti mesela. Geçen sene Guggenheim Müzesi’nde kokulu bir opera yapıldı. Sadece müzik ve koku vardı. Altı saniyelik sürelerle müziğe ve temaya eşlik eden kokular verdiler. Sadece Huxley’de değil birçok yazarda var bu konu.

Koku diğer dört duyudan biraz daha farklı bir şey. Çünkü koku nefes aldığın zaman burnuna giren moleküllerin beynin tarafından işlenmesi. Bütün duyular aslında buna benzer şekilde işleniyor. Kokunun ayrıcalığı hiçbir şekilde bir yerde filtre edilmeden veya kesintiye uğramadan direkt hafıza ve duygu işleme merkezimize gidiyor. Limbik sistem yani bu. Diğer duyuların hiçbirinde böyle bir ayrıcalık yok, o yüzden direkt bir tetikleme yapıyor. Onun için zaten kokuyla ilgili dışavurumun çok mantıklı olmayabilir çünkü önce hissediyorsun sonra anlamladırıyorsun. Birden bir hoşluk sarıyor. Mesela bir fotoğrafa bakıyorsun, “Aa evet bir kır resmi var, orada bir ev var. Bu ev bizim çocukluğumuzu geçirdiğimiz eve benziyor” diyebiliyorsun. Bir kokuyu duyduğun zaman önce mutluluğu veya nefreti hissediyorsun, ondan sonra tarifini koyuyorsun.

O zaman koku ile ilgili bir şey okuyacaksak Patrick Süskind’in “Koku”suna sıkışıp kalmamız anlamsız?
Yani bu zaten benim derdim. Kabusum. Koku ile ilgileniyorum deyince “Koku diye bir film vardı, seyrettin mi” diye sormayan çok az oluyor. Yani tabii Süskind’in “Koku”suna saplanıp kalmanın bir anlamı yok. Her şeyin içinde çıkabilir bu.


En çok hangi programların ilgi gördü?
En çok iki programa ilgi gelmişti. Birincisi hayvan kaynaklı kokular, bunlar civet olabilir, misk olabilir, amber olabilir. Bunların hepsi şaşırtıcı ve insanlar hiç bilmediği zaman hoş gelen şeyler. Mesela amber ispermeçet balinasının kusmuğu. Bir takım kabuklu deniz hayvanlarını yiyince hazmedemiyor, hazmedemeyince bir kısmını dışkı bir kısmını kusmuk olarak suyun yüzeyine bırakıyor. Suyun yüzeyinde de iki ay, altta deniz üstte hava, gittikçe serteleşen bir kütle olarak yüzüyor. Moleküler yapısından dolayı çok farklı bir yapıya ulaşıyor. Kıyıya vuruyor, kıyıya vurduktan sonra da bir takım işlemlerden geçirilerek esans yağına dönüştürülüyor. Amber Doğu medeniyetlerinde çok kullanılan bir kokudur ama çok kullanıldığı zaman ağırdır. Çok az kullanılırsa bize temiz gökyüzü veya deniz kokusu verir. Bugün taze parfümler diye alınan şeffaf koku olarak tanımlanan Calvin Klein, One gibi parfümlerin hepsinin içinde eser miktarda vardır. Zaten bu malzemeleri çok az kullanmak zorundasındır. Çünkü konsantre kullandığın zaman kaldıramazsın, çok sert kokuları vardır.

Miskin de doğalı üretilmiyor artık. Doğal yollardan almayı beceremiyorlar, alınırken telef oluyor hayvan. Hayvanın vücudunda bir beze bu, misk geyiği diye özel bir cinsin cinsel organı ile karnı arasındaki bir bölgeden alınıyor. Sanskritçe'de zaten testis demek. Çok fazla parfümde kullanılıyor ama artık sentetiği kullanılıyor, doğal olanına müsaade etmiyorlar.
Modern dünyada koku kurumsal kimlik olarak kullanılmaya başlandı, kurumlar ortamlarını kokulandırmaya başladı. Mesela kilise dediğimiz zaman günlük ağacı dediğimiz koku gelir akla. İslam’ın da miskle böyle bir bağlantısı var. İslam’ın kurumsal kokusu diyebileceğim bir koku. Hep varılmak istenen kutsal yer Cennet tarif edilirken zemininin misk ve safrandan oluştuğundan bahsediliyor. İlk dönemlerde camiler inşa edilirken, harcın içine misk tanecikleri karıştırılırmış ki güneş vurduğu zaman, ısı o moleküllerin çabuk havaya karışmasını sağlar, o koku ortaya çıksın ve caminin de böyle bir kokusu olsun istenirmiş. Hatta hala Diyarbakır’da İpariye Camii’nin minaresi böyledir. Ama kokusunun kaldığından emin değilim.

Civet de çok ilginç bir şeydir. Bu aslında Civet kedisinin anüsünün çevresindeki bir salgı. Çok heyecanlandığı ya da korktuğu zaman salgılar. İnanılmaz kötü kokuyor. Fakat çok az kullanıldığı zaman, gerek amber olsun gerek misk olsun, hem hoş bir koku veriyor hem de üzerine koyduğun değişik maddelerin tende kalıcı olmasını sağlıyor. Buna sabitleyici deniyor. Kopi luvak denen en pahalı kahve de, bu kedinin ormanda yediği kahve çekirdeklerini dışkılamasından sonra toplanarak yapılıyor.

İkinci çok ilgi çeken de vücut kokusuydu. Nasıl oluşuyor, ter mi kokar, aslında ter kokmaz.
Bir de koku ve reklamlarla ilgili programlara çok yorum geldi. Medyada kokuya dair çok fazla şey yer almıyor. Parfüm üreticileri istemiyorlar böyle bir şey çünkü onlar büyülü bir dünya yaratıyorlar. Hiçbir parfüm reklamında bunda misk vardı sandal ağacı vardı diye görmüyorsun. Çok başka bir fantazi görüyorsun. Olmak istediğine inandırılmak istediğin şeyin resmini görüyorsun orda. Geçen hafta reklamlarla ilgili programda parfüm reklamlarının yüzde 49’unun cinsellik, yüzde 14’ünün de spor ve outdoor temaları üzerine kurulduğundan bahsettim. Bunların kokuyla değil uyandırılmak istediği duyguyla ilgisi var.

Peki amatör olarak yaptığın kokuları kullanıyor musun?
Kullanıyorum, çevreme de hediye ediyorum. Eşim kullanıyor, oğlum kullanıyor.

Yaptığın parfümlerle ilgili nasıl tepkiler alıyorsun?
Ticari bir parfüm yaptığın zaman bu iş bir tek parfümörle bitmez, bir de değerlendirici vardır. Yani sen bir kokuyu yaparsın, birisi onu değerlendirir. O değerlendiren kişi aynı zamanda pazarlama departmanıyla ilişki içindedir, ikisinin arasındaki uzlaştırıcıdır. Pazarlamanın talepleriyle parfümörün talepleri hiçbir zaman uyuşmaz. Ama değerlendirici ince ayarlar verir parfüme ama benim öyle bir şansım yok. Ben ancak gelen tepkiler üzerine kokuları ayarlamak durumundayım.

Mesela bir parfüm yaptım ve benim hoşuma gitmedim. O sırada Çin’de yaşayan bir arkadaşım neler yapıyorsun diye sormuştu ona gönderdim. O mesela bayıldığını söyledi hatta sınıfındaki öğrencileri de bayılmış. Ve bunu birkaç e-postasında daha söyledi, “Ne olur bana biraz daha gönderir misin” dedi. Mesela ben buna çok şaşırmıştım. Benim neredeyse gözden çıkardığım, benim algıma göre olmamış bir şey başkasına göre olabiliyor. Sonra burada başkalarına koklattım onlar da “Aa, ne güzel olmuş” dedi.

Ticaret yapıyorsun, yıllardır çorap ticareti işindesin. Hiç koku konusunda ticaret yapmayı düşündün mü?
Şu ana kadar böyle bir düşüncem yok. Şu an bundan çok keyif alıyorum. Belki de günlük ticaret hayatımın içinde, günlük olağan yaşantımın içinde çıkış bulamadığım bir takım şeylerin çıkışını da burada rahatlayarak buluyorum. Belki bu çok klasik bir psikoloji.

Sonuçta bu seçtiğimiz işe sıkışıp kalmamanın bir örneği.
“Seçtiğimiz iş var mı?” Bir kere bu soru çok önemli yoksa seçmek zorunda olduğumuz iş mi var? Zaten bu arayış da onun için çıkıyor.

Fotoğraflar: Pınar İlkiz