Koku ve fotoğrafla hayatını güzelleştiren adam


Esasen çorap ticareti yapan Vedat Ozan gerek fotoğraf, gerek Açık Radyo'da koku üzerine yaptığı programla hayatında kendine küçük çıkış kapıları açıyor. Ozan'la fotoğraf ve koku üzerine konuştuk. Misk nedir, parfüm sabitleyicisini hangi hayvanın anüsü salgılıyor...

Bazıları onu Saydam Günleri'nde ödül alan "Kırmızı" adlı gösterisiyle hatırlar. Bazıları Türkiye'de açtığı sergiler ya da yurt dışında katıldığı sergilerle. Aslında bu aralar onun adını en çok Açık Radyo'da koku üzerine yaptığı program ile duyuyoruz. Vedat Ozan aslında çorap ticareti yapan bir iş adamı. Bir o kadar da seçmek zorunda kaldığımız işi yapmanın dışında hayatımızı güzelleştirip çıkış bulmak için yapılacak ne kadar çok şey olduğunun kanıtı. Belki çoğumuzdan farkı yok ama o birçoğumuzun yaptığı gibi işine çakılıp kalma halini hayatına kattığı şeylerle değiştiriyor.

Hayatına kattığın çeşitlilik fotoğrafla mı başladı? 


Dışavurumsal olarak fotoğrafla başladı. Fotoğrafa bakmaktan zevk alıyordum, koku da böyle zaten. Kokuyu da koklamaktan zevk alıyordum. Bir şeyden zevk aldığın zaman arka planını merak ediyorsun. Biraz da obsesif bir kişiliksen, konuya eğiliyorsun, kurcalıyorsun derken, bu sefer baktığın şeyi kendin üretmeye başlıyorsun. Fotoğraf da koku da böyle geldi zaten.

İlk çıkışın Saydam Günleri ile oldu...
Evet. İlk Saydam Günleri’yle. Çünkü Saydam Günleri benim fotoğraf eğitimi aldıktan sonra yaptığım bir projenin bir parçasıydı. Benim o projeye katkım Saydam Günleri’nde ödül alan gösteriydi. Şimdi yok artık Saydam Günleri maalesef. O bana çok büyük cesaret verdi, orada Emin’in (Emin Altan) de çok büyük desteği var. Çünkü bizde fotoğraf gösterisi dendiği zaman yer ya da kişi bazlı şeylerdir. Meslekler anlatılır, bir yer anlatılır, gezi anlatılır. Soyut bir kavrama yönelik bir fotoğraf gösterisi yapmak için yeni fotoğraf öğrenmiş birisine biraz cesaret lazımdı. Bu konuda çok destek gördüm. Onun da böyle bir ödül almış olması tabii bana büyük bir motivasyon oldu. Ondan sonra da zaten “Tenezzül Edilmeyen Fotoğraflar” geldi.


Tenezzül Edilmeyen Fotoğraflar’ın hikayesi ne?
Tenezzül Edilmeyen Fotoğraflar, İngiltere ve İtalya’ya yaptığım gezilerin fotoğrafları aslında. Bunlar hiçbir zaman panoramik fotoğraflar değil. İngiltere’de Big Ben’i çekmedim. Yaşadığım hayatın fotoğrafları diye adlandırdığım şeyleri çektim. Küçük detaylar bunlar. İlginçlik olsun diye çekilmiş fotoğraflar da değil aslında bunlar. Hepimizin her an yaşadığı her an gördüğü ama bunları yüceltmeye tenezzül etmediği bir takım imgelerdi. Ben de bunları yüceltmek istedim. Aslında hiçbirinde kompozisyon gözardı edilmemiştir. Çünkü her ne kadar deneysel ve yenilikçi bir bakışın yansılıtmasına inanıyorsam da klasik olanın bilinmesi muhakkak gerekiyor. Zaten bilinmediği zaman diğeri sarkıyor gibi geliyor bana.

Bunların dışında bir de yurtdışındaki sergiler var...
Ben gitmedim onlara ama fotoğraf gönderdim. Selanik’te bir toplu serginin içinde yer aldım. Sonra Sara Terry vasıtasıyla Bosna yararına yapılan bir satışın sergisinin iki ayağına katıldım Los Angeles ve New York’ta. Fotoğrafın dışında fotoğrafın araç olarak kullanıldığı çağdaş sanat etkinliklerinde yer aldım. Mesela Kadıköy’deki Artalan, Aksanat’taki Sıkıntı ve Gökkuşağı.

Daha sonra koku yapmaya merak sardın. Ama arada Selim Evci’nin atölyesinde çok kısa bir kısa film maceran var?
Kısa film ile ilgili çok keyifli bir dönem geçirdim. Aslında hiçbir şey yapmadık, bir proje çalışması yaptık. Hatta bir de kısa film ürettik fakat sonra o kısa filmi de yayınlamamaya karar verdik gibi bir şey oldu. Aslında çok da kötü olmadı çünkü belki de hepimiz için o an yaşadığımız keyif çok önemliydi çünkü çok keyifli bir atölye süreci geçirdik. Bunlar hep ifade araçlarının biçimleri, fotoğraf olsun, kısa film olsun, koku olsun. Ben şiir yazamam ama bunları yaparım.


Peki koku yapma merakı ne zaman bir radyo projesine dönüştü?
Kaynak bulmak çok zor kokuyla ilgili, bir kere Türkçe kaynak bulmak neredeyse imkansız gibi bir şey. Gerek koku yapmanın teknikleriyle ilgili, gerek algısıyla ilgili. Algısı derken çok geniş bir alan o da. Nöroloji var, psikoloji var öbür taraftan baktığın zaman sosyoloji var, felsefe var, bunlarla ilgili Türkçe kaynak çok kısıtlı. İngilizce kaynak bulmak da çok yaygın değil. Aslında koku beş duyu arasında en avantajlı olmasına rağmen, tarif edecek kelimeleri çok az. Kokunun bir lisanı yok. Kokuyu tarif ederken hep benzetmelerle tarif ediyorsun. İşte çiçek gibi koktu, yeni kesilmiş çimen gibi koktu, bisküvi gibi koktu falan gibi. Ve bu kaynak sıkıntısı yüzünden internet üzerinden kitaptı, internet sitesiydi, dökümandı, araştırmaydı, bir sürü kaynağa ulaştım. Binlerce sayfaya ulaştı bulduğum kaynaklar ve bir bilgi birikimi çıktı ortaya.

Fakat bu işte de bir yalnızlık hissediyorsun çünkü benden başka fazla ilgilenen de yok bu konuyla. Bunları paylaşacak bir alan yaratmak lazım, bir de bu alanda hakkaten benden daha bilgili birileri varsa, kimsenin Amerika’yı yeniden keşfetmesine gerek yok. Böyle oluşmuş bir takım bilgiler var, bunları aktarayım, bunlardan bir takım insanlar da istifade etsin gibi bir düşünceyle Açık Radyo’ya böyle bir teklifte bulundum. Onlar da sağolsunlar kabul etti. O zamandan bu zamana Salı sabahları saat 10:30’da kokudan gelen ve kokuya giden her şeyle ilgili bir program yapıyorum.

Yalnızlık çekiyorum diyorsun. Peki yurt dışında da mı böyle?
Yurt dışında hem parfüm hem de algı kısmıyla ilgilenen çok arkadaşım var. Birkaç tane internet grubuna da üyeyim. Yaptıklarımızı birbirimize gönderiyoruz, ulaşamadığımız bir takım hammaddeler var. Bir arkadaşım varsa sana yarım gram hammadde gönderdiği zaman çok mutlu oluyorsun.

Türkçe kaynak bulmak zor diyorsun ama programın içeriğinde Aldous Huxley’nin “Cesur Yeni Dünya”sından çilekli milk-shake’e kadar çeşitlilik gösteren konular var...
Bakmayı bildikten sonra bunların hepsini görebiliyorsun. Huxley’nin o kitabının içinde kokulu org tarifi vardır ki, muhteşem bir şeydir. Mesela Proust’un o madlen bisküviyi çayına batırması çok önemli bir adımdır. Huxley’ninki de çok önemli bir adımdır çünkü hakkaten bu kokulu org hikayesi gerçekleşti mesela. Geçen sene Guggenheim Müzesi’nde kokulu bir opera yapıldı. Sadece müzik ve koku vardı. Altı saniyelik sürelerle müziğe ve temaya eşlik eden kokular verdiler. Sadece Huxley’de değil birçok yazarda var bu konu.

Koku diğer dört duyudan biraz daha farklı bir şey. Çünkü koku nefes aldığın zaman burnuna giren moleküllerin beynin tarafından işlenmesi. Bütün duyular aslında buna benzer şekilde işleniyor. Kokunun ayrıcalığı hiçbir şekilde bir yerde filtre edilmeden veya kesintiye uğramadan direkt hafıza ve duygu işleme merkezimize gidiyor. Limbik sistem yani bu. Diğer duyuların hiçbirinde böyle bir ayrıcalık yok, o yüzden direkt bir tetikleme yapıyor. Onun için zaten kokuyla ilgili dışavurumun çok mantıklı olmayabilir çünkü önce hissediyorsun sonra anlamladırıyorsun. Birden bir hoşluk sarıyor. Mesela bir fotoğrafa bakıyorsun, “Aa evet bir kır resmi var, orada bir ev var. Bu ev bizim çocukluğumuzu geçirdiğimiz eve benziyor” diyebiliyorsun. Bir kokuyu duyduğun zaman önce mutluluğu veya nefreti hissediyorsun, ondan sonra tarifini koyuyorsun.

O zaman koku ile ilgili bir şey okuyacaksak Patrick Süskind’in “Koku”suna sıkışıp kalmamız anlamsız?
Yani bu zaten benim derdim. Kabusum. Koku ile ilgileniyorum deyince “Koku diye bir film vardı, seyrettin mi” diye sormayan çok az oluyor. Yani tabii Süskind’in “Koku”suna saplanıp kalmanın bir anlamı yok. Her şeyin içinde çıkabilir bu.


En çok hangi programların ilgi gördü?
En çok iki programa ilgi gelmişti. Birincisi hayvan kaynaklı kokular, bunlar civet olabilir, misk olabilir, amber olabilir. Bunların hepsi şaşırtıcı ve insanlar hiç bilmediği zaman hoş gelen şeyler. Mesela amber ispermeçet balinasının kusmuğu. Bir takım kabuklu deniz hayvanlarını yiyince hazmedemiyor, hazmedemeyince bir kısmını dışkı bir kısmını kusmuk olarak suyun yüzeyine bırakıyor. Suyun yüzeyinde de iki ay, altta deniz üstte hava, gittikçe serteleşen bir kütle olarak yüzüyor. Moleküler yapısından dolayı çok farklı bir yapıya ulaşıyor. Kıyıya vuruyor, kıyıya vurduktan sonra da bir takım işlemlerden geçirilerek esans yağına dönüştürülüyor. Amber Doğu medeniyetlerinde çok kullanılan bir kokudur ama çok kullanıldığı zaman ağırdır. Çok az kullanılırsa bize temiz gökyüzü veya deniz kokusu verir. Bugün taze parfümler diye alınan şeffaf koku olarak tanımlanan Calvin Klein, One gibi parfümlerin hepsinin içinde eser miktarda vardır. Zaten bu malzemeleri çok az kullanmak zorundasındır. Çünkü konsantre kullandığın zaman kaldıramazsın, çok sert kokuları vardır.

Miskin de doğalı üretilmiyor artık. Doğal yollardan almayı beceremiyorlar, alınırken telef oluyor hayvan. Hayvanın vücudunda bir beze bu, misk geyiği diye özel bir cinsin cinsel organı ile karnı arasındaki bir bölgeden alınıyor. Sanskritçe'de zaten testis demek. Çok fazla parfümde kullanılıyor ama artık sentetiği kullanılıyor, doğal olanına müsaade etmiyorlar.
Modern dünyada koku kurumsal kimlik olarak kullanılmaya başlandı, kurumlar ortamlarını kokulandırmaya başladı. Mesela kilise dediğimiz zaman günlük ağacı dediğimiz koku gelir akla. İslam’ın da miskle böyle bir bağlantısı var. İslam’ın kurumsal kokusu diyebileceğim bir koku. Hep varılmak istenen kutsal yer Cennet tarif edilirken zemininin misk ve safrandan oluştuğundan bahsediliyor. İlk dönemlerde camiler inşa edilirken, harcın içine misk tanecikleri karıştırılırmış ki güneş vurduğu zaman, ısı o moleküllerin çabuk havaya karışmasını sağlar, o koku ortaya çıksın ve caminin de böyle bir kokusu olsun istenirmiş. Hatta hala Diyarbakır’da İpariye Camii’nin minaresi böyledir. Ama kokusunun kaldığından emin değilim.

Civet de çok ilginç bir şeydir. Bu aslında Civet kedisinin anüsünün çevresindeki bir salgı. Çok heyecanlandığı ya da korktuğu zaman salgılar. İnanılmaz kötü kokuyor. Fakat çok az kullanıldığı zaman, gerek amber olsun gerek misk olsun, hem hoş bir koku veriyor hem de üzerine koyduğun değişik maddelerin tende kalıcı olmasını sağlıyor. Buna sabitleyici deniyor. Kopi luvak denen en pahalı kahve de, bu kedinin ormanda yediği kahve çekirdeklerini dışkılamasından sonra toplanarak yapılıyor.

İkinci çok ilgi çeken de vücut kokusuydu. Nasıl oluşuyor, ter mi kokar, aslında ter kokmaz.
Bir de koku ve reklamlarla ilgili programlara çok yorum geldi. Medyada kokuya dair çok fazla şey yer almıyor. Parfüm üreticileri istemiyorlar böyle bir şey çünkü onlar büyülü bir dünya yaratıyorlar. Hiçbir parfüm reklamında bunda misk vardı sandal ağacı vardı diye görmüyorsun. Çok başka bir fantazi görüyorsun. Olmak istediğine inandırılmak istediğin şeyin resmini görüyorsun orda. Geçen hafta reklamlarla ilgili programda parfüm reklamlarının yüzde 49’unun cinsellik, yüzde 14’ünün de spor ve outdoor temaları üzerine kurulduğundan bahsettim. Bunların kokuyla değil uyandırılmak istediği duyguyla ilgisi var.

Peki amatör olarak yaptığın kokuları kullanıyor musun?
Kullanıyorum, çevreme de hediye ediyorum. Eşim kullanıyor, oğlum kullanıyor.

Yaptığın parfümlerle ilgili nasıl tepkiler alıyorsun?
Ticari bir parfüm yaptığın zaman bu iş bir tek parfümörle bitmez, bir de değerlendirici vardır. Yani sen bir kokuyu yaparsın, birisi onu değerlendirir. O değerlendiren kişi aynı zamanda pazarlama departmanıyla ilişki içindedir, ikisinin arasındaki uzlaştırıcıdır. Pazarlamanın talepleriyle parfümörün talepleri hiçbir zaman uyuşmaz. Ama değerlendirici ince ayarlar verir parfüme ama benim öyle bir şansım yok. Ben ancak gelen tepkiler üzerine kokuları ayarlamak durumundayım.

Mesela bir parfüm yaptım ve benim hoşuma gitmedim. O sırada Çin’de yaşayan bir arkadaşım neler yapıyorsun diye sormuştu ona gönderdim. O mesela bayıldığını söyledi hatta sınıfındaki öğrencileri de bayılmış. Ve bunu birkaç e-postasında daha söyledi, “Ne olur bana biraz daha gönderir misin” dedi. Mesela ben buna çok şaşırmıştım. Benim neredeyse gözden çıkardığım, benim algıma göre olmamış bir şey başkasına göre olabiliyor. Sonra burada başkalarına koklattım onlar da “Aa, ne güzel olmuş” dedi.

Ticaret yapıyorsun, yıllardır çorap ticareti işindesin. Hiç koku konusunda ticaret yapmayı düşündün mü?
Şu ana kadar böyle bir düşüncem yok. Şu an bundan çok keyif alıyorum. Belki de günlük ticaret hayatımın içinde, günlük olağan yaşantımın içinde çıkış bulamadığım bir takım şeylerin çıkışını da burada rahatlayarak buluyorum. Belki bu çok klasik bir psikoloji.

Sonuçta bu seçtiğimiz işe sıkışıp kalmamanın bir örneği.
“Seçtiğimiz iş var mı?” Bir kere bu soru çok önemli yoksa seçmek zorunda olduğumuz iş mi var? Zaten bu arayış da onun için çıkıyor.

Fotoğraflar: Pınar İlkiz