Yıllardan 1983... Ünlü İtalyan aktör Marcello Mastroianni, savaştan 20 yıl sonra Arnavutluk'a dönen ve ölen askerlerin kemiklerini arayan bir general rolünde karşımıza çıkar. "Yerin altına gömülü on binlerce askerin cesedi uzun yıllardır onun gelişini bekliyordu, ve o sonunda burdaydı, bir mesih gibi, elinde listeler, yanında haritalar ve onları çamurdan çıkarıp aileleri ile buluşturacak direktifler. Diğer generaller bitmez tükenmez asker taburlarını yenilgiye ve yıkıma sürükledi. Ama o, kalan birkaçını unutuluş ve ölümün elinden almaya geldi. Mezarlıktan mezarlığa dolaşacak, ülkedeki bütün savaş alanlarını kaybolanları bulmak için dolaşacaktı. Ve çamura karşı verdiği mücadelesinde hiçbir aksilik yaşamayacaktı çünkü arkasında istatistiksel kesinliğin sihirli gücü vardı." Bu cümleler Mastroianni'nin Ölü Ordunun Generali adlı filmde canlandırdığı General Ariosto'yu anlatıyordu. Bu kelimelerin sahibi ise geçen hafta Asturias Prensi Edebiyat Ödülü'nü kazanan Arnavut yazar İsmail Kadare'ydi.
Kadare, dünya çapında üne kavuşmasını sağlayan Ölü Ordunun Generali kitabını, filmden 20 yıl önce 1963'te yazmıştı. Aslında Kadare, Arnavutluk halkı için bir roman yazarından çok daha fazlasıydı. O Balkanların Don Kişotu'ydu. Seçici kurul ödülü verirken, Kadare'nin Arnavutluk edebiyatının en üst seviyesini temsil ettiğini ve kendi köklerini unutmadan sınırları geçerek totaliterciliğe karşı evrensel bir ses gibi yükseldiğini söylemişti. Jürinin kararını okuyan İspanya Kraliyet Akademisi Başkanı Victor Garcia de la Concha ise Kadare'yi şu sözlerle tanımlamıştı: "Topraklarında trajediyi, devam eden savaşları gündelik bir dille, lirizmi de kullanarak anlatma yeteneğine sahip bir yazar."
1936'da Gjirokaster'de doğan yazar, Tiran Üniversitesi'nde Tarih ve Filoloji okumuş, ardından da Moskova'daki Maxim Gorky Edebiyat Enstitüsü'ne devam etmişti. 1936'da doğan Kadare, 20 yaşındayken öğretmenlik diploması almıştı. 1970'te Halkın Konseyi'ne delege olarak seçilmişti ve bu Kadare'ye seyahat ve kitaplarını yurtdışında yayımlayabilme özgürlüğü vermişti. 1971'de yazdığı Taştaki Kronik kitabı, Tavşan Kaç kitabı ve serisi ile meşhur olan Amerikalı yazar John Updike tarafından New Yorker'daki bir makalede "sofistike ve şiirsel düzyazı özelliğinin yanı sıra anlatım derinliğine sahip" sözleriyle anlatılmıştı.
Ülkesinde önce bir şair olarak adından söz ettiren Kadare'nin en büyük esin kaynağı ise Balkan tarihi ve efsaneleriydi. 2005'te de Booker Ödülü'nü kazanan Kadare'nin eserleri ilk kez Enver Hoca'nın baskıcı komünist rejimi sırasında ilgi toplamaya başlamıştı. Yazar, komünist rejim sırasında totaliterciliğe ve ince alegorilerle sosyalist gerçekçiliğe saldırmıştı. 1975'te yazdığı siyasi hiciv içeren bir şiiri yüzünden üç yıl boyunca yazması yasaklanmıştı. Daha sonra Kadare 1977'de Enver Hoca'yı öven bir roman yazarak hükümeti bir daha karşısına almamaya çabalamıştı.
Rüyalar Şatosu kitabında totaliterciliğin politik bir alegorisini yapmıştı. Kitap Osmanlı İmparatorluğu'nun başkentinde geçiyordu ve 1981'de basılır basılmaz yasaklanmıştı. Bir yıl sonra da Kadare, Arnavut Yazarlar ve Sanatçılar Birliği tarafından kurgusunun çoğunu tarih ve mitlerin içine saklayarak siyasetten kasten kaçınmakla suçlandı.
Arnavutluk ise kendi değişimini yaşıyordu o dönemde. Enver Paşa 1985'te ölmüştü, yerine ise Ramiz Ali geçmişti. Arnavutluk'un komünist rejimden kurtulmasına aylar vardı ama Kadare bunu göremedi, en azından o topraklarda. 1990'a gelindiğinde Kadare, Fransa'ya siyasi sığınma talebinde bulundu. Demokratikleşme lehine açıklamalar yayımlayan yazar, "Diktatörlük ve gerçek edebiyat bağdaşmaz. Yazar diktatörlüğün doğal düşmanıdır" demişti. Fransa'ya gittikten sonra ise Kadare dünya çapında tanınan bir yazar haline gelmişti. Arada doğduğu topraklara uğrasa da Kadare hala Fransa'da yaşıyor.
Kan davası (Kırık Nisan), zorla evlendirilmekten kaçan ve sevdiği adama varan fabrika kızı (Evlilik) gibi konuları işleyen Kadare, 1988'de yazdığı Konser kitabında Arnavutluk'un bir diğer komünist ülke olan Çin'den kopuşunu inceliyordu. Hatta bu kitap Fransız dergisi Lire tarafından yılın en iyi kitabı seçilmişti. 1992'de Fransızca yazdığı Piramit romanında ise yazar Enver Hoca'nın süslü heykellere olan ilgisi ile dalga geçiyordu Arnavut yazar. Piramit formu bilindiği üzere diktatörlerin hiyerarşi sevdasının bir formuydu.
Enver Hoca döneminde bir saygınlığı olduğu için sansüre çok takılmadığı düşünülen Kadare'nin rejim yanlısı mı yoksa muhalifi mi olduğuna dair birçok tartışma vardı, ki bunların çoğu da hala sürmektedir.
Eserleri 40 ülkede yayımlanan Kadare, Nobel Edebiyat Ödülü'ne de aday gösterilmişti. Don Kişot'un neden Balkan kültürüne ait olduğuna ve hatta ilk Arnavutça'ya çevrildiğine değinen Kadare, "70 yıllık hükümdarlığında Komünistler, Batılı liderleri Don Kişotlukla suçladı. Ardından gelenler de aynısını yaptı ve Stalinistleri Don Kişotlukla suçladı. (...) Gördüğünüz gibi Don Kişot hep kaybeden çünkü onun adını kullanan politikacılar onun seviyesinde değil ve onun asaletinin birazına bile sahip değil" diyor. Arnavut yazar, bu yüzden politikacıların şövalyenin adını bir aşağılama olarak kullanmaktan yasaklanması gerektiğini düşünüyor.
"Bizim karakterimiz idealist, iyi anlamıyla ben Don Kişot'a benziyorum, sadece deliliği değil aynı zamanda hayalciliğiyle de. Bu deliliğinin özgürlükle de ilgisi var" diyen Kadare'nin şövalyeye olan aşkından da "Balkanlar'da Don Kişot" eseri doğuyor. Kadare burada bu beyfendiyi Arnavutluk'ta nasıl gördüğünü anlatıyor. "Burada çok popüler" diyor Kadare ve ekliyor: "sanki ulusal bir karakter gibi algılanıyor, Arnavut birçok yazar Don Kişot'un maceralarıyla Osmanlı İmparatorluğu döneminde Balkanlar'ın maceralar arasında paralellik kuruyor."
Kadare'nin sinemaya uyarlanan diğer eserleri ise 2009'da Küller ve Kan, 2008'de Comet'in Zamanı, 2001 ve 1987'de Güneşin Ardında, 1985'te Të Paftuarit, 1979'da Yüz Yüze ile Radiostacioni. 1964'te ise Victor Gjika'nın yazıp yönettiği Kur Vjen Nëntori filminin senaryosunu yazdı.
(Taraf Gazetesi)